İçinden geçtiğimiz ve ‘hayat’ dediğimiz bu yer, biz anlayana ve neyi işaret ettiğini farkedene dek aynı dalgalarla yıkandığımız, şakası olmayan bir okyanus sanki. Dalgalar yüzümüze çarpıyor, içimizi titreterek ‘kaç’ diyor. Can havliyle, hazırlıksız yakalanmanın şaşkınlığıyla yönü, amacı belirlemeden oradan oraya savruluyor, bir yerlere tutunamıyor, nereye ait olduğumuzu bulamıyoruz. Bu fırtınalar bitecek gibi de görünmüyor. Neyin içine düştük biz? Tüm bunların amacı ne? Bunun adı ne? Hayatın bana karşı gösterdiği bu tavra verilecek en doğru cevap ne? Bizi ne kurtaracak, neye sarılıp, kendimizi neyle dolduracağız?
Öyle görünüyor ki bu okyanustaki asıl tehlike, dışarıdaki fırtınalardan çok, kalbin derinliklerinde saklı ‘ben’liklerim! Kolay kolay ortaya da çıkmıyorlar; eylem denilen koşulların içine düşmeden kendilerini göstermiyorlar. Yoluma, karşıma çıkarılan, kalbimin bir katında benim bile farkında olmadığım bir yeri olan varlıklarla buluştuğumda, her biri için, her biriyle içinden geçmekte olduğum ‘eylem’ denilen tünel için farklı ‘ben’ler uyanıyor. Üstelik bu bir çalışmaya dönüşüyor, sadece eylemin kendisiyle değil, eylemi başlatanla yapılıyor. Diller bir şey söylerken, içimdeki sesler bambaşka şeyler söylüyor. Aynı anda yürütülmesi gereken bu çalışmada, kendimi bir köşeden öbür köşeye atıp, bu sistemin oradan nasıl göründüğünü anlamam, eksik olanı bulmam gerekiyor. Kendi içime, kendimi kenara çekerek bakmam, bana yöneltilen bu eylemi, içine doldurulan sözleri, havada uçuşan ve kalbimde tutunacak bir yer bulduğunda ifade bulan duyguları tek tek çalışmalıyım. ‘Doğanın değiştirilemez yasaları var’ diyor bilgeler. Demek ki üzerime düşen duygular, aklıma çentik atan düşünceler, içine düştüğüm eylemler, bana bir şey söylemek ve karşılığında ona en uygun olan reaksiyonu bulmamı sağlamak istiyor.
İşte tam da burada, insanın kendi iç dünyasına bakma cesareti devreye giriyor. Cesaret diyorum çünkü hiçbir şey ne sandığım ne de düşündüğüm gibi! Mental sağlık, bu cesaretin bu dünyadaki adı; insanın kendi karanlığıyla yüzleşip onu tanıma ve onunla nasıl yaşayacağını öğrenme sanatı.
Bir insana verilecek en büyük ceza, kendi varlığını anlamadan, tüm bu sistem içindeki yerini bilmeden ömürler tüketmek. Manevi yolculuğumuz, iç dünyamıza dönüp kendimizi bulmamız, anlamak için çok büyük bir arzu geliştirmemizle başlıyor. Ancak bu yolculuk, içinde ilerlemenin zor olduğu bir yolculuk; korkutucu, karmaşık ve belirsizliklerle dolu. İnsan, kaybolmaktan korkuyor.
Modern hayat, bireyin kalbinde bir savaş başlattı. Toplumun dayattığı roller, beklentiler ve başarı ölçütleri insanın kalbini yiyip bitiriyor. Bir insanın toplum içinde “başarılı” görünmesi, onun ruhen sağlıklı olduğu anlamına gelmez. Hatta bazen bu başarı, insanın kendi gerçekliğinden kaçışıdır. Depresyon, kaygı ve yalnızlık, bu kaçışın ödenmesi zorunlu bedeli.
İnsan, bir başkasıyla konuşurken bile çoğu zaman yalnız. Gerçek anlamda anlaşılma arzusu, modern insanın ruhundaki en derin yaralardan biri. Yalnızlık, eğer üzerine düşünülmezse bir cehennem; ama eğer üzerine düşünülürse, insanı başka bir yola atmak için mükemmel bir araç.
Acı, insanın ruhuna saplanan bir diken, boğazındaki bir düğüm gibi. En çok acıyan yerini kimseye göstermek istemiyor insan, çünkü gösterdiğinde doğru kalpte yerini bulacağından emin olamıyor.
Her insanın kalbinin içinde karanlık bir dehliz var sanki. Kıskançlık, öfke, korku, suçluluk… Bunlar, tam da durması gereken yerde dönüştürülmeyi bekliyor gibi. Ancak bu duyguları bastırmak, onları yok etmek anlamına da gelmiyor; aksine önce yönümüzü onlara rağmen iyiliğe çevirmeli onların dönüşümünü sonraya bırakmalı.
İnsan, yalnız kalmak, yalnız yol almak için yaratılmış olamaz. Sadece kendisiyle ilgilendiği, kendini doldurmak üzere yaşadığı bir hayat ise hayat sayılmaz. İnsan kendi yaralarını iyileştirirken, bir başkasının yarasına da merhem olmalı. Çünkü iyileşmenin en güzel yolu, karşılıklı olarak kalpten gelen koşulsuz, her türlü sert koşulun içinden geçtiği halde sapasağlam hayatta kalacak sevgi.
Öyle bir sevgi ki bu ne koşullara bağlı, ne de içine düştüğüm kuyulara! Bu kuyulardaki yabancı eller, duygularımın tam ortasına bir dinamit atmasına, aklımla oynamasına rağmen nitelik ve nicelikte kendini muhafaza ediyor olmalı. Öyle bir sevgi ki bu saygı, sadakat, güven, özveri ve derinlere kök salmış bir bilgelikle sarılıp sarmalanmalı; demir bir halka gibi kuşatıp onu insanın kendisinden bile korumalı.
Çünkü ben tüm evrene borçluyum; O’nun bana verdiklerine karşı doğru yaklaşımı inşa ederek ödemekle yükümlü olduğum yüklü bir insanlık borcum var. Ben kendimi, başkalarının kalbindeki sistemi araştırırken, kendi kalbimdeki sistemin bozukluklarını görmeyi isteyecek kadar iyi gözlemlemeliyim. Ben, senin sevgiyle yıkanmış kalbindeki ışıkla, kendi karanlığımı ürkütmeliyim.
İnsanın en büyük savaşı, kendi kalbiyle yaptığı, kendi kalbine açtığı savaş. Ama bu savaşı yalnız kazanma şansı yok! Kendi kalbine karşı bu savaşı açmaya kararlı, sevgi denilen gerçek şifa sistemine dahil olmayı isteyen, yolda kendi bozuk arzularından kurtulmayı, bilgelerin hayvan yiyeceği dediği yiyeceklerle beslenmeyi reddeden ve koşullar sertleştiğinde bile kendini sevmeyi tercih etmeyeceğinden emin olduğun, seni asla yarıyolda bırakıp kaçmayacak kadar güçlü, kararlı ve sadık savaşçılara ihtiyacı var. Bu yol ancak bu savaşçılarla yürünür zira kalbin yükü tek bir kişinin taşıyamayacağı kadar ağırlaştığında, göz görmez, kulak duymaz olduğunda gören gözlere ve duyabilen kulaklara ihtiyacım olacak. Şayet ben de bir başkasının ağırlaşan kalbinin taşıyıcısı olmaya ve o kalbi finale götürmeye gönüllü isem… Bilgelerin dediği gibi, ‘İnsan’ derecesine yükselip, bir hayvan gibi kalmamaya kararlı isem…
Yasemin Koçak Tezel
FACEBOOK YORUMLAR