Sevgili dostlar dün bir grup insan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü, bunların içinde Polat Alemdar olarak tanınan devleti gayri meşru olayların içindeymiş gibi gösteren bir dizinin oyuncusu Necati Şaşmaz’da vardı.
Dün akşam televizyonlardan canlı yayında yaptığı açıklamalar hakkında birçok kimse ne anlattı diye tercüman arayışına girdi. Aslında söyledikleri gayet açıktı. Gezi parkında neden gitmediği sorusuna, orada Mustafa Kemal’ in askerleriyiz diye bağırıyorlar, bu nedenle gitmediğini açıklarken, topçu kışlasını çok sevdiğini ve yapılması gerektiğini savundu. Aslında tüm cevap, bu iki cevabın arkasında saklı değil mi? Topçu Kışlasının ne anlama geldiğini birçok insanımız bilir. Ancak ben aşağıda yine de ne olduğunu yazıyorum, bilmeyenlerde öğrensin. Asker meselesine gelirsek Asker her ne kadar Silahlı resmi bir güç olarak kelime karşılığı bulsa da, bir hedefe kilitlenmiş bunu gerçekleştirme yolunda birleşen insanlar topluluğuna da asker denir. Şöyle ki; Bu ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyeti gençlere emanet etmiş ve hedeflerini koymuştur. Kayıtsız şartsız bağımsızlık, özgürlükçü demokrasi ve çağdaş uluslar seviyesinin üstüne çıkmaktır. Meydanlarda bağıranlar toplumun her kesiminden çoğunluğu gençler ve genç kızlarımızdan oluşuyor. İçlerinde birçok meslek grubundan insanlar var. Çeşitli alanlarda eğitim almış mühendisler, mimarlar, sanatçılar, bankacılar, öğretmenler, hukukçular, vb. birçok cumhuriyetin 90 yıllık eğitim seferliğinden geçmiş insanlarımızdır. Yani onların silahı akıl, bilim ve birikimleridir. Kendilerine atfedilen çapulcu kelimesini dahi onur saymışlardır. Çünkü onlar kutlu bir hedefin askerleridir ve ana felsefeleri "Yurtta Barış, Dünyada barıştır". Bu açıklamamın ardından Mustafa Kemal’ in askeri söyleminden hoşlanmayan ve topçu kışlasının yapılmasının çok iyi olacağını söyleyeler ve Necati Şaşmaz 31 Mart Ayaklanmasının baş aktörü Derviş Vahdeti’ nin askeri söylemini mi benimsemiştir.
Derviş Vahdeti kimdir, onu da değerli bilim insanımız Prof. Dr. Cihan DURA’ nın kaleminden okuyalım. Yine Atamızın Yurtta Barış, Dünyada Barış söyleminin tersine dışarda ve içeride savaş çığlıkları atanlara lütfen beyler, bir daha düşünün bu halk sizi hayal bile edemeyeceğiniz yerlere getirdi. Burada da yine en büyük görev Ak Partiye oy veren ve hala yönetimlerde görev alanlara düşüyor. KARDEŞ KAVGASINA İZİN VERMEYİN! 31 Mart Vakasında Şehit olan Kurmay Binbaşı Ahmet Muhtar, Deniz Binbaşı Salih, Üsteğmen Bekir ve 68 er’ in bedduasından korkun. Topçu Kışlası 31 Mart isyanının başlangıç noktasıdır. Taksim Topçu kışlasında bulunan Avcı taburuna bağlı askerler 12-13 Nisan 1909 tarihinde başlarındaki subaylara karşı ayaklanarak onları tutukladılar. Buradan çıkan askerler büyük bir halk kalabalığının da desteğiyle Meclisi Mebusan’a doğru yol aldılar. Taksim Topçu kışlasından başlayıp Meclisi Mebusan’ın önünde devam eden isyan hareketi Hareket Ordusunun İstanbul’a gelmesiyle farklı bir boyuta ulaştı. Sultan II.Abdülhamit’in çatışma olmasın emrine karşın 23 Nisan Hareket Ordusu isyanı bastırma girişimi sonucu Avcı taburları ile Hareket Ordusu arasında çatışma yaşandı. Bu çatışmaların en şiddetli yaşandığı yerlerden biri olan Taksim Topçu kışlası da bu çatışma sırasında ciddi tahribata uğradı. 27 Nisan 1909 da isyanın bastırılmasının ardından II. Abdülhamit tahttan indirildi. 31 Mart Vakası Anısına Anıt 31 Mart Vakasında ŞEHİT olan askerlerin anısına İstanbul'un Şişli ilçesinde Hürriyet-i Ebediye Tepesi'nde dikilmiş olan Abide-i Hürriyet diğer adıyla Hürriyet-i Ebediye Abidesi, (anıt) Türkiye'de yapılmış ilk ulusal anıttır. 1909'da yapımına karar verilen anıt için Mimar Muzaffer Bey'in projesi seçilmiştir. Anıtın altı da üçgen biçiminde bir cami olarak yapılmıştır. İkinci Meşrutiyet'in birinci yıl dönümünde, 23 Temmuz 1909 tarihinde temeli atılmıştır. 3. yıldönümü olan 23 Temmuz 1911'de ise Enver Bey'in hazır bulunduğu bir törenle açılmıştır. Anıtın yer aldığı alanda 31 Mart Vakasında Şehit olan Kurmay Binbaşı Ahmet Muhtar, Deniz Binbaşı Salih, Üsteğmen Bekir ve 68 er defnedilmiştir. Bir Dincinin Portresi: Derviş Vahdeti Prof. Dr. Cihan DURA Büyük Önderimiz Atatürk, öğretisinin 10 İlkesinden Laiklik ilkesi hakkındaki açıklamalarında, iki tür din adamına dikkatimizi çeker: Biri gerçek din adamları, diğeri sahte din adamları… Kimi konuşma ve yazılarında bu iki tip üzerinde durur, onları tanıtır ve bizden ısrarla şu istekte bulunur: Sakın bunları birbirine karıştırmayın! İşte onun bu konuyla ilgili bazı ifadeleri: Milletimizin içinde gerçek din adamları vardır, onların içinde de milletimizin hakkıyla övünebileceği âlimlerimiz… Fakat buna karşılık din kisvesi altında din hakikatinden uzak, gereği kadar yetişmemiş, ilim yolunda gereğince ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Sakın birbirine karıştırmayın bunları. Halkımızın saflığından istifade ederek, milletin maneviyatına tasallut eden kimseler vardır aramızda; onların takipçileri, müritleri vardır. Bunlar o cahillerdir ki Türk milleti için mezar olacak durumların meydana gelmesinde daima etken olmuşlardır. Yurttaşlarımıza anlatın ki bunların millet bünyesinde yaptığı tahribatı görmek lazımdır. Bizi yanlış yola sevk edenler, o habisler, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir saf ve temiz halkımızı. Tarihimizi okuyun, göreceksiniz ki milleti mahveden, tutsak eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. O habisler her türlü hareketi dinle karıştırmıştır. “Tarihimizi okuyun” diyor Atatürk, okuyorum. Açıyorum o koca kitaptan bir sayfa: 1900’ların ilk yılları…, ânında o “habis”lerden biriyle karşılaşıyorum: Derviş Vahdetî!... Başka ne yapmamı istiyor benden Atatürk? Dinciyi gerçek din adamından ayırmamı, bu ikisini karıştırmamamı... Şöyle diyor bana: “Din kisvesi altında din hakikatinden uzak, gereği kadar yetişmemiş, ilim yolunda gereğince ilerleyememiş hoca kıyafetli cahilleri tanı” diyor. Öğüdünü bu yazımda yerine getiriyorum. Tarihimizde, hangi sayfasını açarsak açalım, bu sahte din adamlarından biriyle karşılaşırız, o kadar çokturlar. Ben bu yazımda, özellikle iki kaynaktan 1 geniş ölçüde faydalanarak, sahte din adamlarının tam bir temsilcisi olduğunu düşündüğüm -yukarda değindiğim- Derviş Vahdetî’nin kısa bir portresini çizmeye çalışacağım. Böyle bir çalışma aynı kategoriye giren, özellikle günümüzdeki benzerlerinin teşhis edilmesinde bize faydalı olacaktır diye düşünüyorum. I) DERVİŞ VAHDETİ KİMDİR? Derviş Vahdetî’nin adının hep 31 Mart olayı ile birlikte anıldığını bilmeyen yoktur. Neden? Çünkü 31 Mart Olayı’nın meydana gelişinde Derviş Vahdetî ile onun çıkardığı Volkan’ın rolü son derecede önemlidir. “Bedava dağıtılan” Volkan gazetesi çok kısa bir süre içinde kamuoyunu etkisi altına almış, planlı bir yayınla halkı -yine Vahdetî’nin kurduğu- İttihatı Muhammedî Cemiyeti tuzağına kadar sürüklemiştir. Derviş Vahdetî 1870 yılında Kıbrıs’da doğmuştur. Hıfzını tamamladıktan sonra Hafız Derviş adını almıştır. Bir mektubunda ailesini, tahsilini, hayata atılışını, tutkularını şöyle anlatır: “Pederim papuççu esnafından Kıbrıslı Mahmut ağa idi. Babam bütün gün çalışır, bir lokma ekmek parası kazanır, ufak bir evcikte hepimiz bir yorgan altında kışın soğuktan titrerdik, bir sıcak çorba bile içemezdik. Dört yaşımda mektebe girdim, beş yaşımda Kur’an hatmettim. Ondört yaşımda hafız oldum. Biraz Arapça dilbilgisi, biraz İslam hukuku öğrendim. Nakşibendî tarikatına girdim. Yaşım yirmiyi buldu. Biraz yabancı dil öğrendim. Kıyafet değiştirip hükümet memuru oldum. Kraliçe adına verilen balolarda redingotlu, eldivenli bir adam olarak göründüm. Yirmibeş yıl hocalık mesleğinde, hoca itikadında, hoca kıyafetinde, medrese köşelerinde olan ben, şimdi medenî!... Her yüksek dereceye ayak bastıkça gözlerim daha ilerilere çevriliyordu. Ne var ki Kıbrıs'ta İngiliz Yüksek Komiserliği'ndeki memuriyeti tatmin etmez Vahdetî’yi. Asıl hedefi Sultan’ın sarayına kapılanmaktır. İstanbul’a gider, Dahiliye Nazırı Memduh Paşa aracılığıyla bir memuriyet bulur. Aynı zamanda Paşa’nın yalısında imamlık yapmaktadır. Ancak gözü gönlü hep Saray’dadır. Oraya yanaşma hırsı -zamanın gözde mesleklerinden- jurnalciliğe iter onu. Hırsı o derecededir ki kendisine hamilik yapan Memduh Paşa’yı bile jurnaller. Nazır, ihanetini öğrenince, Vahdetî’yi Diyarbakır’a sürdürür. Orada bir yandan affedilmesi için İstanbul’a dilekçeler yazarken, bir yandan da rakı sofralarında ut çalıp güzel sesiyle şarkı söyleyerek âlem yapmaktadır. Gözü hep yüksektedir. Bir fırsatını bulup Diyarbakır’dan kaçar. Ancak Bektaşî babası kılığında Birecik’de yakalanır. Ancak Meşrutiyet’in ilanının ardından salıverilir. II) ÖRGÜTLENME Vahdetî yine İstanbul’dadır. Gözü hep yüksekte, Saray’da ya, bu sefer niyeti şeriatçılığı kullanarak ileriye fırlamak, kendini göstermektir. Meşrutiyet’in getirdiği başıboş özgürlük ve çatışma ortamında iyice palazlanmış olan şeriatçılığın, işine yarayacağını fark etmiştir. Gerçekten o dönemde İslamî akım, ümmetçilik ve şeriatçılık, dinci örgütlenme hızlı bir gelişme içindedir. Bu fırsat -Nakşibendi tarikatına mensup olan- kurnaz dervişin gözünden kaçmamıştır. Düşünür ki basın yoluyla önder konumuna gelebilir, Saray’la ilişkilerini bu yoldan geliştirebilir. Hemen harekete geçer ve “İnsaniyete hadim, dinî ve siyasî” Volkan gazetesini kurar. 28 Kasım 1908’de yayınlanmaya başlayan gazetedeki yazıları bir bakıma vaazın, hutbenin gazete sayfasına aktarılmasından ibarettir. Makalelerinden, hedefinin şu olduğu anlaşılmaktadır: O yıllarda Meşrutiyet aleyhine gelişmekte olan ortamı şeriatçılığa kanalize etmek, şeriatçılığı örgütleyerek siyasî bir topluluk haline getirmek. İşte Volkan’da çıkan yazılara bazı örnekler…, sadeleştirilmiştir: Din yüksek ahlaka dayanır. Dinsizlerden yüksek ahlak beklenemez. Dinsizler dünya için çalışır… Cenabı Hak dinsizlere düşmandır… Şu Avrupa ile temasa başlayalı beri, onların müstehcen âdetleri ülkemizde koleradan çok tahribat yapmaktadır… Bir Avrupalı kadın çarşıda pazarda açık saçık gezer. İslam kadını ise baştan tırnağa kadar örtünür… Biri sokak süpürgesi, öbürü ev kadını… Bütün İslam âlemi el ele vererek dünyamızı, ahretimizi yapmaya çalışalım. Özgürlüğün ağacı yeşerdiğinden beri başarıya giden İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti’nde birleşelim. Sina Akşin, Volkan gazetesi ile başyazarı Vahdetî’nin temel niteliklerini şöyle belirtmektedir: "İslamiyetçi nitelik, hürriyetçi ve Kanun-u Esasî düzeninden yana olmak ve insaniyetçi ve medeniyetçi nitelik... Vahdetî evrensel barıştan, üfürükçülere karşı doktordan, tıpta yeni buluşlardan yanadır. Vahdetî yazılarında Dreyfus, Zola, Darwin'i anacak kadar Batı bilginlerinden haberlidir... Fedâkârancı niteliğe sahip olup eski sürgün ve kaçkınları korur. Derviş başta Ahmet Rıza olmak üzere, Ittihat ve Terakki Cemiyeti sivil ileri gelenlerinin şiddetle aleyhindedir. Buna karşılık Sabahattin Bey'i ve onun düşüncelerini, Kâmil Paşa'yı tutmaktadır. Bu tutuma paralel olarak da İngiliz taraftarlığı söz konusudur. Derviş'e göre güdülecek en doğru siyaset İngiliz siyasetidir." Derviş Vahdetî gazete ile yetinmemiş, şeriatçılığı eyleme geçirecek bir de örgüt kurmuştur, adı İttihat-ı Muhammediye Cemiyeti’dir. Vahdetî, Cemiyet’i Emirîzade adlı biriyle ortaklaşa kurmuştur. Aslında bu cemiyet 10 yıl önce yurt dışında kurulmuştu. Abdülhamit’ten yardım alan Emirîzade, örgütü İngiliz Gizli Servisi’nin de desteğiyle İstanbul’a yerleştirmeye çalışıyordu. Cemiyet kurulduktan sonra, Vahdetî ortağını kolayca saf dışı eder. Cemiyet “insanların yaptığı yasalara değil, Kur’an’a” dayanmaktadır. Başkanı -yayınlanan bildiriye göre- Hazreti Muhammet’tir! Üye kayıt masalarında şu propaganda yapılmaktadır: “Ey Muhammet şeriatının düşmesini istemeyen müminler! Allah-u Zülcelal aşkına Peygamberimiz Muhammet Mustafa adına bu cemiyete giriniz.” Cemiyet beklendiği gibi kısa sürede büyür, binlerce üye kaydeder. Bir yandan halkı kışkırtırken, bir yandan da örgütü genişletir. Ordu ile bağlantılar kurar. Subaylarla askerin arasını açmaya çalışır. İttihatı Muhammedî sonunda ağırlığını gösterecek güce kavuşur. Kıbrıslı Derviş Ayasofya’da yapılan cemiyetin mevlitli açılış töreni dolayısıyla yayınladığı bildiride şöyle demektedir: “Cemiyetimiz artık özel kişiliğinden çıkmış tüzel kişi haline gelmiştir. Onun her hali İslamiyet’in ortaya çıkışını andırıyor. İslamiyet’e akın akın aşiretler, kabileler koşuyordu. Bizim cemiyetimize de kafile kafile köyler, ilçeler katılıyor. Bunca zorluklardan sonra kurulan mukaddes cemiyetimiz Muhammet’in temiz ruhuna hediye olmak üzere Peygamber’in doğum gününe rastlayan cumartesi günü, Ayasofya Camiinde mevlit okutacak, ardından kurbanlar kesilecektir. Arzu edenler birer yeşil sancakla gelebilir. Ancak sancağın üzerine “Lailahe İllallah Muhammedün Resulallah” yazdıktan sonra, altına İttihadı Muhammedî ifadesini eklemelidir.” İttihadı Muhammedî’nin açılışı pek şatafatlı olur. Etkilenmiş olan halk akın akın gelerek, Ayasofya Camiini ve meydanını hıncahınç doldurur. Törende kurucu üyelerden Said-i Kürdî de hazırdır, çıkıp bir de nutuk söyler. Kürdî’nin, Volkan gazetesinde zaman zaman yazıları çıkmıştır, İttihadı Muhammedî Cemiyeti’nin faaliyetlerine katılmıştır. Derviş Vahdetî 23 Mart tarihli gazetesinde, törenden şöyle söz ediyor: “Talebe-i ulûm (medrese talebeleri) önlerinde Bediüzzaman Said-i Kürdî Hazretleri olduğu halde geldiler. Hazret-i Kürdî bizi görünce dayanamadı; sanki iki âşık kavuşur gibi birbirimize sarıldık, el ele verdik ve camiye girdik. Talebe-i ulûmun başlarındaki sarıklar nur gibi beyaz, çiçek gibi ruha rahatlık veriyordu. Hele bunlardaki dinî terbiye kendilerine başka bir güzellik bahşediyordu. Bediüzzaman, bedi-i âlemi İslam, o Kürt elbisesiyle, o meşhur Kürt tavrıyla, daima belinde taşıdığı hançeriyle kürsüye çıktı ve bir nutuk söyledi. Ardından ben de bir konuşma yaptım.” İttihatı Muhammedî Cemiyeti’nin kuruluşunun hemen ertesi gününden itibaren, Volkan’daki yazıların şiddet dozu artmaya başlar. Serbestî gazetesinin başyazarı olan, İttihat ve Terakki iktidarını şiddetle eleştirmesiyle tanınan Hasan Fehmi’nin öldürülmesi üzerine ortalık büsbütün karışır. Muhalefet gazeteleri hücumlarını sertleştirir. Derviş Vahdetî de bu durumdan faydalanmakta gecikmez, 28 ile 30 Mart tarihli Volkan gazetelerinde özetle şunları yazar: “Hasan! Ey Fatma’nın oğluyla aynı adı taşıyan Hasan! Onunla senin aranda büyük bir ilgi buluyorum. Sen de onun gibi garib olarak şehit edildin. O Yezidîlere muhalifti, sen de aynı fırkaya muarızdın. O ‘Allah’ın emri bize biattır’ diyordu, sen de ‘Anayasa Şeriattır, ona itaat şarttır’ diyordun. Sen o musun, yoksa o sende mi? Git Hasan! Ebutalib’in oğluna benden selam söyle! Vahdetî de geliyor de! Bu cinayetlere kesinlikle boyun eğmeyelim. Bunun çaresi ümmetin toplanmasıdır.” Ardından, girişeceği harekete Mizan, Serbestî, İkdam gibi diğer muhalefet gazetelerini de davet eder: “Hep hücum edelim. … İşte Volkan Sancaktarlık görevini üstlenmiş, ilerliyor. Arş ileri! Şehit olursam da siz dönmeyiniz. Zira zafer bizimdir. Halk bizimledir.” Artık kamuoyu yeter ölçüde dolmuş, olgunlaşmış, özellikle askerler arasında yapılan propagandalar meyve verecek noktaya gelmişti. Bu arada Darülfünun öğrencileri de ayaklanmış, yürüyüşe geçerek hükümetten katilin bulunmasını istemişlerdi. İttihadı Muhammedi Cemiyeti örgütlenmesini artık tamamlamış gibidir. Önemli yerlerden, İstanbul’un çevresinden, Orta Anadolu’dan “Hazreti Muhammed’in başkanı bulunduğu” bu cemiyete elbette pek çok softa katılacak, meselelerin aslını bilmeyen halk cemiyeti destekleyecektir. Ayrıca muhalif basın nasıl Volkan’ın arkasından gidiyorsa, Prens Sabahattin’in kurduğu Ahrar Fırkası da İttihadı Muhammedî Cemiyeti’nin yanında yer almıştır. Ahrar Partisi'nin yayın organı olan "Osmanlı" gazetesi ile Prens Sabahattin Bey'in beyannamelerinde, 31 Mart Olayı'nın desteklendiği açıkça görülmektedir. Özellikle Sabahattin Bey, olayda din adamları ile askere başarı temennisinde ve çeşitli tavsiyelerde bulunmaktadır. Fırka, Muhammedîcilerin yapacağı “şahlanış”la kendisine iktidar yolunun açılacağı hesabı içindedir. III) AYAKLANMA Sonunda beklenen o uğursuz gün gelir. Rumî tarihle 30 Mart’ı 31 Mart’a bağlayan gece, yani 12-13 Nisan 1909 gece yarısı “Meşrutiyet’in bekçisi” avcı taburları ayaklanır. Kışlanın önünde ellerinde yeşil bayraklar bulunan birtakım sarıklı hocalar dolaşmaya başlar, pencerelere doğru şöyle seslenmektedir bunlar: “Ey kahramanlar, şeriat elden gidiyor, ne duruyorsunuz?” Çok geçmeden, askerler “şeriat isteriz, padişahım çok yaşa” haykırışlarıyla, önlerinde hocalar olduğu halde yollara düşer; dosdoğru Sultanahmet’teki Mebusan Meclisi binasının önüne gelirler, bir kısmı da Ayasofya’ya yönelir. Ayasofya meydanında yüzlerce hoca tekbir getirmektedir. Kimi hoca ve askerler de İttihat ve Terakki Cemiyeti yüzünden dinin elden gittiği, şeriatın yeniden hâkim olması gerektiği üzerine nutuk atmaktadır. İsyancılar saatler ilerledikçe işi azıtır. Meclis binasını çevirirler, içeri girerek salonu işgal ederler. Başlıca istekleri şunlardır: Şeriat hükümlerinin olduğu gibi uygulanması, kimi yönetici ve milletvekillerinin azledilmesi, mektepli subayların ordudan uzaklaştırılması. İsyancı liderler başlarında Derviş Vahdetî ve sarıklı hocalar olduğu halde, bir meşveret kurup hükümetin değişmesi ve yeni kurulacak kabineye kimlerin gireceği konusunu görüşürler. İsyan genişlemeye devam eder. Kan dökülür: bir nazır, bir milletvekili, yedi subay öldürülür. Tanin’le Şurayı Ümmet gazetelerinin idarehaneleri yağma edilir, İttihat ve Terakki Merkezi basılır. İstanbul’a artık isyancılar ve yağmacılar hâkimdir. Hareket, merkezi İstanbul olmakla birlikte, başta doğuda olmak üzere askerin bulunduğu birçok bölgede etkisini gösterir. 31 Mart günü Erzincan’da bulunan birlikler sancaklarına Kur’an-ı Kerim’i bağlayıp koşu alanında toplanırlar. İsyancıların kumandanı bir süvari başçavuşudur. Erzurum’da da bir hareketlenme olur, ancak her iki kalkışma da bastırılır. Bursa, Bergama, Karahisar, Diyarbakır, Medine ve Şam'da da ufak çaplarda gerici hareketler görülür. Bursa'nın İstanbul'a yakın olması ve dinci örgütlerin çokluğu nedeniyle, İttihadı Muhammedî Cemiyeti burada elverişli bir ortam bulmuştur. İstanbul'daki ayaklanmanın duyulması üzerine, Bursa İttihadı Muhammedî Cemiyeti mensupları 14 Nisan 1909'da büyük bir gerici gösteriyle ayaklanmayı destekler. Binlerce insan ellerinde yeşil bayraklarla telgrafhanenin önünde toplanarak, İstanbul'daki İttihadı Muhammedî Cemiyeti Merkezi'ne, Derviş Vahdetî'ye ve Millet Meclisi'ne telgraf çekerek isyancıları desteklediklerini açıklarlar. IV) KAÇIŞ VE YAKALANMA Ancak ne taşradaki başkaldırı ve destekler ne İstanbul’da isyancıların hâkim durumu, hükümetin düşürülmesi sonucunu vermez. Artık söz İttihat ve Terakki Hükümeti’nindir. Ordunun isyana müdahale etmesini isteyen sesler yükselmeye başlamıştır. Özellikle Rumeli’de tepki fazladır. Sonunda 3. Ordu harekete geçer. Hedef Meşrutiyet’i kurtarmak, millî birliği sağlamaktır. “Hareket Ordusu” adını alan birlikler 14 Nisan’da İstanbul üzerine yürüyüşe geçer. Tümen’in Kurmay Başkanı, Mustafa Kemal Bey’dir. Hareket Ordusu İstanbul’da önemli bir direnmeyle karşılaşmaz. İsyan bastırılır. 25 Nisan’da sıkıyönetim ilan edilir. İsyanın elebaşıları yakalanır. Hareket Ordusu'nun duruma hâkim olduğunu gören kimi ayaklanmacılar birer, ikişer İstanbul'dan ve ülkeden kaçmaya başlamıştır. Kaçmaya çalışanlar arasında Derviş Vahdetî de vardır. Hareket Ordusu’nun İstanbul’a yaklaşması Vahdetî’yi zaten tedirgin etmiş, kaçmayı isyanın daha beşinci günü kafasına koymuştur. Bu amaçla önce İngilizlerin adamı olan Sait Paşa’ya başvurur. Ardından, onun tavsiyesi ile Şehzade Vahdettin’in sarayına sığınmayı dener. Vahdettin’in karşı çıkması üzerine Gebze’ye kaçar. Bütün umudu ilçede hayli kuvvetli olan İttihadı Muhammedî Cemiyeti’nin yardımıyla bir yolunu bulup canını kurtarmaktır. Kıyafet değiştirir. Niyeti İzmir’e gitmek, oradan deniz yoluyla yabancı bir ülkeye kapağı atmaktır. Bindiği trende iki subayın kendisinden kuşkulanması üzerine Hereke’de iner. Konaklaya konaklaya İzmir’e ulaşır. Ne var ki para bulmak için başvurduğu bir hemşerisi tarafından ihbar edilir, yakalanır ve İstanbul’a gönderilir. Vahdetî sorgusunda kimliğini belli etmemek için çok direnir. Ancak, sonunda her şeyi bülbül gibi anlatmak zorunda kalır. Kendini kurtarmak için çok çabalar, ancak sonuç alamaz. Bunun üzerine Hareket Ordusu Kumandanlığı’na bir dilekçe verir, deli olduğunu ileri sürerek mahkemenin bu durumunu göz önüne almasını ister. Dilekçesinde şunları yazmaktadır: “Irsî olarak asabî nöbetler geçirdiğimden, çoğunlukla yazdığım şeylerin faydasını ve zararını düşünemeyecek durumdayım.” Derviş Vahdetî gerçekten deli miydi? Yazılarına bakılırsa onda bir ruhî sapıklığın, dengesizliğin bulunduğu fark edilebiliyor. Fakat bu dengesizliğin yanında haris olduğu ve kendisini pek kurnaz sandığı da bilinmektedir. Ayrıca, onun bir karakteristiği de her kalıba girebilmesi, her şeyi yapabilecek tıynette biri olmasıydı. Hele ucunda para olunca, yazıp söylediklerinin tam tersini de yapmaya hazırdı. V) İNGİLİZ PARMAĞI Hareket’in görünen sorumlusu İttihadı Muhammedîcilerdi, Volkancılardı, bu kesindi. Çünkü tahriki yapan, İslamcıları cihat ilanıyla sokaklara döküp olayı silahlı çatışmaya kadar götürenler onlardı. Ancak Volkancıların arkasında da yabancı ülkelerin gizli örgütlerinin bulunduğuna kuşku yoktu. Nitekim bu şüpheler duruşmalar sırasında kuvvetlenmiş, fakat başta Mahmut Şevket Paşa olmak üzere bazı İttihatçıların, Batılı Devletlerle arayı bozmamak için soruşturmaya izin vermedikleri görülmektedir. Olayların çıkmasında birinci derecede aktif rol oynayan Derviş Vahdetî, ayaklanmayı hazırlamak için elinden gelen her şeyi yapmış, kurduğu İttihadı Muhammedî Cemiyeti ve onun yayın organı olan Volkan gazetesi, diğer muhalefet partileri ile basını, İttihat ve Terakki Partisi'ne karşı kışkırtmada başarılı olmuştu. Bütün bu bozguncu faaliyetlerinde de Kıbrıslı Kâmil Paşa ile İngiliz ajanları tarafından desteklenmişti. O günlerin “lider emperyalist devleti olan İngiltere'nin Kıbrıs'ta yetiştirdiği Derviş Vahdeti”nin, 31 Mart öncesi Volkan gazetesinde yazdıklarının dikkatli bir şekilde incelenmesi, 31 Mart şeriatçılığının itici gücünü gözler önüne sermektedir. Nitekim, 15 Aralık 1908 tarihli Volkan gazetesi, İngilizlerin adem-i merkeziyetçiliği sayesinde Kıbrıs'ın "küçük bir İsviçre kenti" haline geldiğini ileri sürmektedir. Bütün Müslümanları şeriat bayrağı altında birleştirme iddiasında bulunan Kıbrıslı Derviş bir beyannamesinde, sömürgelerdeki Müslümanların sömürgeci devletlere itaat etmelerini telkin eder. İngiliz efendilerinin Abdülhamit tipi şeriatçılık ve Panislamizm'den, Hindistan ve Mısır Müslümanlarını ayaklandırır endişesiyle fena halde ürktüklerini bilmektedir. Bu nedenle, Vahdetî'nin İttihâdı Muhammedî’si sınırlı bir Panislamizm hareketidir. Hatta Vahdetî, İngiltere'nin dostu olduğu için Rusya'yı da korumakta ve Rusya Müslümanlarını İttihâdı Muhammedî egemenliği dışında tutmaktadır. Ona göre, Rus Çarı ve İngiliz Kralı İslam'ın dostlarıdır. Düşman ise, İngiliz dostluğuna inandığı halde milliyetçi eğilimlerle İngiliz politikasına az çok karşı çıkan İttihat ve Terakki'dir. İttihatçılar, 31 Mart Olayı'nda ünlü "İntelligence Service"e mensup İngiltere Büyükelçiliği Baş Tercümanı Fitz Maurice ile hizmetindeki yerli işbirlikçilerin faaliyetlerini tespit etmişler, ama bu konuyu kurcalamaktan kaçınmışlardır. Derviş Vahdetî’inin İngilizlerle ilişkisi ve İngiltere’nin 31 Mart Olayı’nda oynadıkları rol hakkında, dönemin genç gazetecilerinden Ahmet Emin (Yalman), hatıratında şunları yazıyor: "... Derviş Vahdeti adlı Kıbrıslı sarhoş arzuhalci, İngiliz haberleşme servisleri tarafından seçilmiş, İhtilâlci ajan olarak yetiştirilmiş, Volkan Gazetesi'ni ve İttihâdı Muhammedi Cemiyeti'ni kurmak, yürütmek ve ortalığı ateşe vermek maksadı ile sahneye çıkarılmıştı." Volkan görünüşte İslamcı, özgürlükçü, hümanist bir yayın politikası izliyor, asıl görevi olan İngiliz taraftarlığını bu şekilde kamufle ediyordu. Bu, “İngiliz casuslarının kullandığı klasik bir yöntem”dir. Sina Akşin; Derviş Vahdetî’ ile askerin başındaki çavuşların gözden çıkarıldığını, soruşturmanın daha derine götürülmesinin engellendiğini kaydederek yabancı parmağı konusunda şunları yazar: “Derinde Prens Sabahattin ve İngilizler vardı. Nitekim Hareket Ordusu İstanbul’a girdikten sonra, Prens Sabahattin gözaltına alınır. Ancak İngiliz elçisi hemen tercümanını yollayıp Prens Sabahattin’in salıverilmesi ister. İttihatçılar bu telkine hemen uyarak Prens Sabahattin’i salıverirler. Kabak, maşa durumunda olan Derviş Vahdetî ve çavuşların başında patlar.” 2 VI) VE SON SAYFA… Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararında Vahdetî hakkında şu değerlendirmeler yapılmıştır: “Volkan gazetesinin imtiyaz sahibi olup 31 Mart’ta meydana gelen irticaî ve askerî ihtilali hazırlamaktan sanıktır. Hiçbir ilmî ve içtimaî eğitim görmeyerek, şimdiye kadar içki ve şarkıcılıkla serserî bir hayat geçirmiş olduğu kendi itiraflarıyla ortaya çıkmıştır. Kıbrıslı Derviş Vahdetî adlı bu şahıs Volkan gazetesinden başka, İttihadı Muhammedî adı altında bir cemiyet kurmuş, saf vatandaşları çekerek onlara şubeler açtırmıştır. Cemiyet’in fikirlerinin yayıcısı ve başkanı sıfatını takınarak din ve şeriat örtüsü altında, yayınladığı kışkırtıcı ve fesat çıkarıcı makaleleriyle halkın üzerinde özel bir etki yaptığı gibi, kışlalara kadar sokulan Volkan gazetesindeki mehdiyane yazılarıyla askeri de etkisi altına almış, bunları meclis ve hükümet aleyhine sevk etmiştir. Nitekim 31 Mart günü Millet Meclisi önündeki askerler arasında o da bulunuyordu.” 19 Temmuz 1919… Sıkıyönetim Mahkemesi 31 Mart vakasının asli faili sayılan Derviş Vahdetî ve arkadaşlarının, “hasis şahsî menfaatleri için vatanı inkıraz girdabına sevk etmeleri ve nice masum vatan evladının ziyan ve hederine sebep olmaları” gerekçesiyle idam edilmelerine karar verir. Kader arkadaşı Derviş Vahdeti'nin idam cezasına çarptırılmasına rağmen, Saidi Kürdi (Nursi) kurtulur. Yazı ve konuşmalarıyla halkı kışkırtıp isyana teşvik eden bu kişinin -Prens Sabahattin gibi- hiçbir ceza görmemesi anlamlıdır. Tarihin, Derviş Vahdetî’ye ayırdığı son sayfa böyle kapanır. Bu sahte din adamı; kısa bir süre önce, Said-i Kürdî ile sarmaş dolaş, cemiyetinin açılış törenini yaptığı, topluma “zehir saçan söylevler verdiği” aynı meydanda, Ayasofya Meydanı’nda asılarak idam edilir. SONUÇ Bu yazının amacı bir dincinin portresini sunmaktı. Çizdiğim portreyi yazımın sonucu olarak aşağıda veriyorum: 1) Derviş Vahdetî hayata ağır yoksulluk koşullarında başlamıştır. Yeterli eğitim görmemiştir. Din kültürü basit ve eksiktir. Tarikatçıdır. Ancak “bilimsever” olarak da görünür. Farklı ortamlarda bulunmuş, gençliğinde İngiliz etkisinde kalmıştır. Dünya nimetlerine düşkündür. Ahlaken zayıf, dengesiz, haris, para ve menfaat için, özellikle makam için her şeyi göze alacak yaradılıştadır. Vefasız ve nankördür, çıkarı için ihaneti bile göze alır. Kılıktan kılığa girmekte ustadır. Gözü Saray’dadır, çünkü bütün yetki ordadır, kendisine ikbal kapısının ancak oradan açılacağına, hayatınca özlediği makamlara ancak Saray sayesinde erişebileceğine inanmıştır. 2) Kıbrıslı Derviş emelleri için din kurumunu araç olarak kullanır. Yazılarında İslamiyet’le, onun tarihi ile bağlantılar kurar; geçmişteki ve bugünkü olaylar arasında yakınlıklar bulur. Allah, Peygamber, Kur’an, Şeriat adlarını sık sık kullanır. İşine yarayacağını fark ettiği bir olayı alıp ona İslamî bir kimlik büründürmeye çalışır. Yaşanan siyasal olaylarla İslam tarihindeki kişiler, olaylar, kurumlar arasında benzerlik kurar, siyasal hasımlarını kötü tanınan şahsiyetlere benzetir. Bu yollardan İslamî değer ve kutsalları emeline alet eder. Derviş Vahdetî halkı yanına çekmeye büyük önem verir. Halkı bölmeye, karşı karşıya getirmeye çalışır. Hasımlarına “dinsiz” gibi yaftalar yapıştırarak halk arasına ayrılık tohumu serper. Bu, insana ünlü İngiliz stratejisini hatırlatır: Parçala ve yönet. Kullandığı bir araç da basındır. Orduya da kanca atar, askerleri kışkırtır, yanına çeker. Subay ve asker düşmanlığını tahrik eder. 3) Genç yaşta İngilizlerle hemhal olmuştur. İngiliz hayranıdır, en doğru siyasetin İngiliz siyaseti olduğunu savunur. İngilizlerle gizli bağlantıları olduğuna dair işaretler vardır. Kurduğu Cemiyet İngiliz desteklidir. İngilizler örgütlenmelerine, seslerini duyurmalarına yardımcı olmuştur. Bir İngiliz ajanı olması kuvvetle muhtemeldir. Önderimiz Atatürk bizden sahte din adamlarını gerçek din adamlarından ayırmamızı ister. Derviş Vahdetî’nin yukarda sunduğum portresi bize bu konuda yardımcı olabilir. 1 Ecvet Güresin, 31 Mart İsyanı, Cumhuriyet yayını, İst., 1998, ss. 30-94; Necdet Aysal, “Örgütlenmeden Eyleme Geçiş: 31 Mart Olayı”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S 37-38, Mayıs-Kasım 2006, ss. 15-53. 2 Sina Akşin, “Avrupa Büyük Devletleri İttihat ve Terakkiyi Neden Sevmiyordu?”, http://www.obarsiv.com/pdf/sinan_aksin.pdf (27.12. 2010)
FACEBOOK YORUMLAR