Geçtiğimiz hafta, Baltık Denizi kıyısında bulunan ve Neva Nehri üzerindeki 42 ada üzerine yayılan, Rusya’nın Moskova’dan sonra ikinci, Avrupa’nın ise dördüncü büyük şehri olan St. Petersburg’daydım. Şehir, adalar üzerinde bulunması, 55 kanal ve 500’e yakın köprüsü nedeniyle “Kuzey’in Venedik’i” unvanını kazanmış. St. Petersburg, gerçekten tam bir kültür şehri. Çok sayıda sarayları, kiliseleri ve zarif binaları ile dikkat çekiyor. Şehirde görülecek ve ders alınacak çok yer var ama özellikle Ermitaj Müzesi mutlaka görülmeli. Ayrıca; bu şehirde doğa sonuna kadar korunmuş ve korunmaya devam ediliyor.
Bu mevsimde St. Petersburg’da güneş hiç batmıyor ve aydınlık hiç bitmiyor! Bu yüzden gecelerine “Beyaz Geceler” deniyor. Eğer ışıkta uyuyamıyorsanız odanızın perdelerini sıkı sıkı kapatmanız lazım.
Çarlık Rusya’sının Başkentiydi
St. Petersburg; 200 yıl boyunca çarlık Rusya’sına başkentlik yapmış olup 1703’de, ülkemizde “deli” olarak bilinen Rus Çarı Büyük Petro tarafından kurulmuştur. Şehrin ismi içeresindeki “Peter” kurucu çarın adından, “Burg” ise Almanca “kale” kelimesinden gelmektedir.
Şehrin adı, ilk defa 1914’de “Petrograd” olarak değiştirilmiştir. Nedeni ise Almanlarla savaşılıyor olması ve şehrin adında bulunan Almanca izinin silinmesinin gerekmesidir. 1918’de başkent olma görevi Moskova’ya geçmiş ve 1924’de şehrin adı yeniden değiştirilerek Leningrad olmuştur. Şehrin adı 1991’de, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte zamanın Başkanı Boris Yeltsin tarafından tekrar St. Petersburg olarak değiştirilmiştir.
Dostoyevski ve Puşkin
II. Dünya Savaşı (1939-1945) sırasında, 900 gün boyunca şehir Alman kuşatmasına karşı direnmiş ve pes etmemiştir. Hitler, Leningrad’ı alacağından emin olarak Astoria Oteli’nde kutlama planlamış, hatta kuşatma son bulmadan davetiyelerini bile bastırmıştır. Davetiyeler daha sonra Rus Askerleri tarafından, Berlin’de bulunmuştur.
Tarihi yapıları dışında St. Petersburg’un Dostoyevski ve Puşkin gibi sanatçılara ev sahipliği yapması da önemini ve şehre olan ilgiyi daha da arttırmaktadır. Ayrıca; Rusya Devlet Başkanı Putin de 7 Ekim 1952’de, bu şehirde dünyaya gelmiştir.
Gezi sırasında karşılaştığım bir Rus, Türk olduğumu öğrenince, şehrin kurucusu Çar Büyük Petro’yu “Rusya’nın Atatürk’ü” diye tanımladı. Bir anlamda doğruydu ama Atatürk, Petro’nun çok daha fazlasıydı.
Rusya’yı Rusya Yaptı
Çar Petro’nun 1682’de tahta geçtiği sırada Rusya, Avrupa siyasetinde hiçbir ağırlığı olmayan, sıradan bir devlet konumundaydı. Rus modernleşmesi onun reformları ile başladı ve sonraki çarlar tarafından da devam ettirildi. Bugün Rusya eğer Rusya ise, dünya siyasetinde bir ağırlığı var ise ve 17 milyon km² ile dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip uçsuz bucaksız bir ülkesi ise bunu çok büyük oranda Petro’ya ve onun reformlarına borçludur.
Reformcu ve modernleşmeci de olsa Petro monarşiyi temsil ediyor, gücünü ve meşruiyetini Tanrı’dan alıyor, Tanrı’dan başka kimseye hesap vermiyordu. Bu düzen, üç aşağı beş yukarı tüm dünyada böyleydi. Bu dönemin üç bileşeni; Monarşi (tek adam yönetimi), Teokrasi ve Feodalizmdi. Aydınlanma ile birlikte, egemenliğin kaynağı gökten yere indi ve gerçek sahibi olan halka geçti. Monarşiler ya bir bir yıkıldı ya da yetkileri çok çok sınırlandırıldı ve parlamentolar, ülkelerin en üst kurumları haline geldi.
İhtişam, Monarşilerin Ayrılmaz Parçasıdır
Monarşilerde iki şey önemlidir; ihtişamlı saraylar ve mabetler. Ülkeyi yöneten tek adam, kendisini erişilmez kılabilmek, gücünü sorgulanmaz bir yerden aldığını gösterebilmek, halkı her şeyi ile sömürebilmek ve biat ettirebilmek için saray ve mabet yapımına önem ve öncelik verir. Evet, St. Petersburg’un yazlık ve kışlık sarayları, hanedana mensup kişilerin köşkleri ve kiliseler çok ihtişamlıydı. Ama ne uğruna! Hepsinin arkasında kan, kin, gözyaşı ve acı olduğu apaçık bir gerçek. Sadece Rusya da değil! Diğer ülkeler de böyleydi! Ama aydınlanma, akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçiş ile birlikte monarşiler yıkıldı.
Çağdaş dünyada artık monarşiler ya yok ya da İngiltere gibi yönetim yetkileri sıfırlanmış veya sıfıra yakın ve en üst kurumları ise parlamentolar. Monarşiler olmayınca, ihtişamlı saray ve mabet yapımı da yok. Yalnızca ihtiyaca binaen, sade, gösterişsiz ama işlevsel mabetler yapılıyor. 21. Yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna doğru yaklaşırken, gösterişli saraylar ve mabetler yapan çağdaş bir ülke bile göremezsiniz. Görüyorsanız; bilin ki bu ülke çağdaş değildir, demokrasi yoktur, halk baskı altındadır, halkın refahı için harcanması gereken kaynaklar yararsız alanlarda çarçur ediliyordur. Bugün Avrupa kentlerinde gördüğünüz tüm ihtişamlı saraylar ve kiliseler, eski dönemin ürünleridir.
O Bile İnsaf Dedi!
Ya Türkiye! Van Gölü kıyısında üçüncü sarayın inşaatı başladı. Bu arada Marmaris’teki 300 odalı saray beğenilmemiş ve bazı kısımlar yıkılıp yeniden inşa edilecekmiş. Ayrıca; devamlı cami yapılıyor. “Fizibilitesi yapılıyor mu?” “İhtiyaç var mı?” diye araştırmadan! Kimin umurunda ki! İstanbul’un Üsküdar İlçesinde, 57 bin m² alana, 63 bin kişi kapasiteli Büyük Çamlıca Camii yapıldı. Hangi ihtiyaca göre yapımına karar verildi? 365 gün, beşer vakitten caminin yıllık doluluk oranının yüzde 1 bile olmayacağı çok açık, belli!
Yazık değil mi, kafasında tüy bitmemiş yetimin hakkı olan paralarımızın çarçur edilmesine! Düşünebiliyor musunuz, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu bile “insaf” dedi ve eleştirdi!
İhtiyacımız Olan Saraylar Nelerdir?
Türkiye’nin dış borcu 460 milyar dolara gelmişken, ekonomimiz iflastayken, yabancı ülkelerde kapı kapı dolaşıp borç para dileniyorken saray yapmanın hangi haklı gerekçesi olabilir? “İtibardan tasarruf yapılmaz” sözü; Ortaçağın, monarşilerin (tek adam yönetimlerinin) geniş kitlelere rağmen yaşadıkları lüks, savurgan ve şatafatlı yaşamın, halka hesap vermek istemeyen çağdışı ve ceberut gerekçesidir. Çağdaş dünya için itibar; bilgidir, sanattır, halkın refah seviyesidir, ekonomik büyüklüktür, kişi başına düşen milli gelirdir, insana yapılan yatırımdır, korunan doğal çevredir!
İhtiyacımız olan saraylar ise; kültür merkezleri, kütüphaneler, içinde hukuk ve adalet olan Adliye Sarayları ve müzelerdir. Çağdaş bir ülkenin başkentinde, en görkemli bina parlamentodur. Eğer bir ülkenin başkentinde o ülkeyi yöneten liderin yaşadığı yer en görkemli bina ise ve burası Elize Sarayı, Buckingham Sarayı, Dolmabahçe Sarayı gibi tarihi bir miras değil de yeni yapılmışsa; bilin ki o ülke çağdaş değildir, hukuk ve adalet ayaklar altındadır, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri askıdadır.
FACEBOOK YORUMLAR