Türker ERTÜRK

Türker ERTÜRK

[email protected]

ÖLÜMSÜZ OLMAK

10 Kasım 2018 - 19:59

Ölümsüz olmak ve ölümsüzlüğe ulaşmak, insanoğlunun bitmez tükenmez uğraşılarından birisi. Bu konuda çok mesafe kat edildi ama hala insanoğlu bedenen ölümsüzlüğü yakalamış değil. Şimdilik, bu hedef hala ulaşılamaz görünüyor. Ama bedenen olmasa da fikren, yaptıkları, ürettikleriyle ve insanoğlu için yarattıkları katma değer nedeniyle ölümsüzlüğü yakalamış insanların sayısı azımsanmayacak kadar çok.

Günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce Atina’da yaşamış Sokrates (MÖ.469-MÖ.399) ve hala yaşıyor. Ama o gün Atina’yı yönetenleri kimse hatırlamıyor, hatırlamak ve öğrenmek bile istemiyor. Yalnız Sokrates mi? Platon, Konfüçyüs, Kopernik, Galilei, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Kant, Descartes, Kepler, Newton ve daha niceleri insanlığa katkıları ile hala hayatta. Ama bu insanların yaşadığı dönemlerin astığı astık, kestiği kestik liderlerini kimse anımsamıyor.

Türk Rönesans’ı

Bugün; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının ve ebediyete yani ölümsüzlüğe intikal edişinin 80. yıldönümü. Atamızı saygıyla, minnetle ve özlemle anıyoruz. Ruhu şâd olsun.

Bugün; yas günü değil. İnsanlar fanidir, ölür ama çağdaş fikirler ve düşünceler asla ölmez ve daima yaşarlar. Atatürk de bir fikrin, düşüncenin, hiçbir otoriteye kulluk etmemenin, Aydınlanmanın, eleştirel aklın, akılcı ve bilimsel düşüncenin, kadın ve erkek eşitliğinin ve Türk Rönesans’ının adıdır. Atatürk; aynı zamanda bir çağdaşlaşma, Aydınlanma ve uygarlaşma projesi olan Cumhuriyetimizin mimarıdır, bu nedenle de ölümsüzdür.

Ölümsüzlüğün Sırrı

“Ben manevi miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım; bilim ve akıldır” diyor ve hatta “Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin” diyor. İşte, Atatürk’ün ölümsüz olmasının sırrı bu!

Bugün yine Anıtkabir’e milyonlar aktı. Babasının mezarına bile kimi zaman gidemeyen ve vakit bulamayan ama yağmurda, çamurda ve bazen gazlanma ve coplanma baskısı altında bile insanları Anıtkabir’e koşarak getiren sevgi ve motivasyonun sebebi nedir? Gidenler dilek tutuyor mu? Ata’yı ziyaret edenlere cennet vaadi var mı? Bu sevgi ihale kazandırıyor mu? Hepsinin cevabı hayır!  Ayrıca; Atatürk sevgisi iktidarın husumetine bile neden oluyor. Ama Atatürk sevgisi, iktidara rağmen her geçen gün artarak büyüyor.

Ortaçağın Bileşenleri

Bugün ülkemizi ne yazık ki Atatürk’ün Cumhuriyet projesini anlamayanlar, hatta düşman olanlar yönetiyor. Yaşadığımız zorlukların ve her konudaki iflasın temel nedeni budur. İktidarın “Siyasal İslamcı” ideolojisinin, “Yeni Osmanlıcı” hayalinin ve mezhepsel bakış açısının kaynağı Ortaçağdır. Osmanlı, bir Ortaçağ devleti idi. Hemen yanı başındaki coğrafyadaki, yani Avrupa’daki gelişimi, değişimi ve evrimi yakalayamadığı için gerilere düştü, çöktü, enkaz haline geldi ve parçalandı. Şimdi iktidar, Osmanlı’nın çöküş nedenselliğini ulaşılması gereken hedef olarak almış. Bu rotada varacağımız yer; yaklaşık 100 yıl önce Osmanlı’nın vardığı yer olur.

Avrupa’da, Ortaçağda siyaset, bilim, felsefe, sanat ve sosyal ilişkiler de dâhil tüm alanlara din egemendi. Bu dönemde her şey dine endekslenirdi. Dinle yatılır, dinle kalkılırdı. Ortaçağın olmazsa olmazı olan üç bileşeni ise;

Monarşi; tüm güçlerin tek kişide toplandığı, adına (Padişah, Sultan, Hakan, Kral, Çar) ne derseniz deyiniz, tek adam yönetimiydi. Yasama, yürütme ve yargı erkleri, bir anlamda bu tek adamın kontrolünde olurdu.Teokrasi; yetkiyi ve gücünü halktan değil, Tanrı’dan alan yönetim biçimidir.Feodalizm; çiftçilerin ve köylülerin sömürüldüğü ağalık ve beylik düzenidir.

Haklar Bildirisi

Aydınlanmanın siyasi ayağı; 17. Yüzyıl sonu ve 18. Yüzyılda şekillenmeye başladı. İlk işaret İngiltere’den geldi ve İngiliz Devrimi gerçekleşti. 1688’de Stuart Hanedanı tahtan indirildi, 1689’da Haklar Bildirisi (Bill of Rights) ilan edildi ve Parlamentonun mutlak üstünlüğü gerçekleşti.

İngiliz Devrimi sonucunda ilan edilen 1689 tarihli Haklar Bildirisi’ne göre Kral hiçbir yasayı yürürlükten kaldıramaz, kimseyi keyfi olarak tutuklatamaz, hukuki sürece saygı duyar ve Parlamento onayı olmadan vergi ve asker toplayamaz. Bugün Türkiye, 1689 tarihli Haklar Bildirisi’nden daha geride!

İngiliz Devrimi’nden sonra 1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi ile artık Aydınlanmanın siyasi ayağı geriye döndürülemez biçimde kendisini gösterir.

Aydınlanmanın Arkasında Rönesans Vardı

Tabii ki siyasi ayağı ve devrimleriyle doruğa çıkan Aydınlanmanın arkasında Rönesans var. Latince “Yeniden Doğuş” anlamına gelen Rönesans; 14 ve 17. Yüzyıllar arasında tüm Avrupa’da, sanatta, felsefede ve bilimde gerçekleşen, insanı, insan aklını, etik ve adalet kavramlarını esas alan ve doğaüstü güçleri reddeden gelişmeleri anlatmaktadır.

Rönesans’ı, Reformu, Aydınlanmayı, Siyasal Devrimleri ve Sanayi Devrimini yaşayan Avrupa, dinsel düşünce sisteminden akılcı ve bilimsel düşünce sistemine geçti ve aklını özgürleştirdi. Osmanlı ise Ortaçağdaki kafa yapısını aynen koruyarak ama kafa yapısını değiştirenlerin ürünlerini alarak var olabileceğini ve onlara yetişebileceğini, hatta onlarla yarışabileceğini sandı.

Aydınlanma Devrimleri

Atatürk, yurdu düşman işgalinden kurtardıktan ve Lozan’da siyasi olarak bunu belgeledikten sonra, çağdaş bir devlet ve toplum yaratabilmek maksadıyla Aydınlanma Devrimlerine başlıyor. Monarşiyi ortadan kaldırıyor, teokrasinin temeli olan egemenliğin kaynağını gökten yere indiriyor ve halka veriyor. Parlamentonun üstünlüğünü daha mücadelenin başından itibaren ortaya koyuyor. Toplumu çağdaş olmayan ümmet kimliğinden ve kul olmaktan kurtarıyor ve ulus kimliğine kavuşturuyor.

Rönesans olmadan Aydınlanmanın olamayacağını bildiğinden; sanata, bilime ve felsefeye çok önem veriyor. Cumhuriyetin ikinci kurduğu okul Ankara-Cebeci’de bulunan ve 1 Kasım 1924’te faaliyete geçen Musiki Muallim Mektebi’dir. Atatürk’ün kurduğu bu Cumhuriyet, hazinede para yokken bile her alanda yurtdışına öğrenci gönderiyor.

Ezanın Türkçe Okunması

Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi ve ezanın Türkçe okunmasının Aydınlanma Devrimleri açısından büyük önemi vardı. Ezanın Arapça olması evrensel değil, Arabik bir değerdir. Adına ne derseniz deyiniz, bir insan eğer inanıyorsa; Allah’ına, Tanrı’sına ana dilinde, yani rüyasını gördüğü dilde yakarır. Bu, çağdaş olmanın gereğidir. Arapçada ısrar ise; Ortaçağda Papalığın ve engizisyonun Latince ısrarından farklı değildir.

501 yıl önce, 31 Ekim 1517’de Martin Luther, Katolik Kilisesi’ne karşı, 95 maddeden oluşan protesto bildirisini Wittenberg Şatosu Kilisesi’nin kapısına ana dilinde (Almanca) yazıp astı. Bu gelişmeler sayesinde Hristiyan dünya insanları bugün kutsal metinlerini kendi dillerinde okuyorlar ve din simsarlarının ve sömürücülerinin esiri olmuyorlar. Ne diyorsunuz, bizim için hala erken mi?

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum