Strateji; bir devletin ulusal hedef ve amaçlarına ulaşmak için tüm ulusal güç unsurlarını organize eden ve ana hedeflere yönelten uzun soluklu yolun adıdır. Taktik ise stratejik hedeflere ulaşmak maksadıyla belirlenen alt hedefleri ele geçirmenin yoludur. Strateji ile taktik arasında fark değil, uyum aranır. Stratejik hatalar, taktik başarılarla giderilemezler. Daha da açık söylemek gerekirse; yanlış stratejiler, en yaratıcı ve en doğru gözüken taktiklerle bile asla ve kat’a düzeltilemezler.
Halen ülkemizi yöneten iktidar, kurucu ideolojimiz, Cumhuriyetimizin ilkeleri ve çağdaş uygarlık değerleri ile taban tabana zıt olan stratejisiyle Türkiye’yi felakete doğru istikrarlı bir biçimde sürüklemektedir. Ana hatlarıyla çağdışı “Siyasal İslamcı” ideoloji ve “Yeni Osmanlı” hayali ile şekillendirilen bu strateji nedeniyle Türkiye; ekonomisi iflas etmiş, hazinesi sıfırı tüketmiş, Ortadoğu bataklığına iliklerine kadar batmış, bölgesinde ve dünyada ötekileşmiş, Cumhuriyet tarihinde ilk defa demokrasiden çıkarılarak otokrasi sınıflandırılmasına sokulmuş, basın özgürlüğü ve insan hak ve hürriyetleri konusunda yapılan dünya sıralamasında Afrika cumhuriyetlerinden bile daha geriye düşmüştür.
Yanlış Stratejinin Suriye’deki Sonuçları
Bu yanlış strateji nedeniyle Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) eş başkanlık yapılmış, Suriye’de emperyalizmin vekâlet savaşına balıklama dalınmış ve ateşine odun taşınmış, ileride başımıza daha da büyük problem açacak olan 4 milyon Suriyeli ülkemize doluşmuş, güneyimizden PKK terör örgütünün uzantısı PYD tarafından kuşatılmamıza neden olunmuş, çok sayıda şehitler verilmiş ve milyarlarca dolar ekonomik kayba uğranmıştır.
Sadece güneyimizden kuşatılmışlığımıza son vermek için “Fırat Kalkanı”, “Zeytin Dalı” ve “Barış Pınarı” harekâtlarını denedik. Yani yanlış stratejinin yarattığı sorunları çözmek için üç taktik girişim yaptık ve ilk ikisinde askeri olarak çok başarılı olmamıza rağmen sorunu yine çözemedik. Çözebilmemize de imkân yok. Çünkü strateji hatalı!
Ne İşimiz Var Libya’da?
Bu yanlış strateji nedeniyle 15 Temmuz Darbe Girişimi oldu, Mısır’la papaz olduk, iç barışımız tarihimizde olmadığı kadar hassas durumda, Katar hariç tüm Arap ülkeleri ile kavgalı hale geldik, Doğu Akdeniz çanağında yer olan bütün ülkelerle problemimiz oluştu ve hepsi bize karşı birleşti. Libya’da taraf olduk ve savaşıyoruz. Antisemitizm içeren söylemler, İhvan seviciliği, Hamas aşkı ve diğer radikal İslami örgütlerle samimi ilişkiler; bu yanlış stratejinin ürünüdür. Bu yanlış strateji nedeniyle sadece Avrupa’da yaşayan Türk diasporasını bölüp parçalamadık. Aynı zamanda Bulgaristan’da yaşayan Türkleri de böldük. Bu yüzden ilk defa Türkler Bulgaristan’da üçüncü parti ve koalisyon ortağı olma şansını yitirdiler.
Ne işimiz var bizim Libya’da? Niçin Libya’da taraf olduk? Türkiye taraf değil, arabulucu olmalıydı. Bugün dünyada bu rolü Libya’da oynayabilecek en iyi durumdaki ülke; tarihi geçmişi nedeniyle Türkiye idi. Ama iktidar, çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisinden kaynaklanan yanlış stratejisi nedeniyle Libya’nın sadece yüzde 6’sına egemen Trablus merkezli İhvan’a destek verdi ve vermeye de devam ediyor. Bugün Libya’nın geleceği için iki seçenek var. Birincisi; Libya’nın fiili olarak yüzde 94’üne egemen olan Hafter’in Trablus’u da alarak ülkenin tamamına egemen olması. İkinci seçenek ise; ülkenin bölünmesi! Trablus’un ülkenin tamamına egemen olmasına imkân ve ihtimal yok. Ancak durumunu koruyarak ülkenin bölünmesine neden olabilir.
Libya’nın Bölünmesini mi İstiyoruz?
İktidar Suriye’de, Mısır’da ve Sudan’da İhvan’ı destekledi ama bu üç ülkede de İhvan kaybetti! Şimdi tüm gücüyle Libya’da İhvan’a destek veriyor. İhvan Libya’da da kazanamaz. Ancak Türkiye’nin yardımıyla direnerek Libya’yı böler. Türkiye olarak biz Libya’nın bölünmesini mi istiyoruz?
İktidar, geçen yıl Libya’nın coğrafi olarak sadece yüzde 6’sını kontrol eden Trablus yönetimiyle Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma anlaşması yaptı. Bu girişim prensipte doğruydu ama geç kalınmıştı, eksikti ve iç savaşı Trablus yönetiminin kazanacağı varsayımı üzerine kurulmuş ve kumar oynanmıştı.
Libya’da Gelişime Gebe Olan İki Olasılık Var
Evet, geç kalınmıştı. Çünkü iktidar, tüm uyarılara rağmen 2003’den bu yana bölge ülkeleri MEB’lerini ilan ederken ve komşuları ile sınırlandırma anlaşması yapıyorlarken, 16 yıl parmağını bile oynatmadı. Hatta oynatılsın diyenlere de cemaatle birlikte operasyon yaptı.
Evet, Trablus yönetimi ile yapılan MEB anlaşması girişimi eksikti; çünkü diğer bölge ülkeleri ile böyle anlaşmalar yapmadan sadece Libya’nın küçük bir bölümü ile yapmış olmak, sorunu çözmüyordu. Libya’da arabuluculuk yapmayarak, iç savaşta taraf olarak ve azdırarak bu ülkenin tekil yapısından yana tavır koymadığımıza ve destek verdiğimiz Trablus yönetiminin ise halen süren savaşı kazanmasına imkân olmadığına göre, Libya için karşımızda gelişime gebe iki olasılık kalıyor. Birincisi; Hafter kazanırsa, biz kaybedeceğiz ve yaptığımız anlaşmayı çöpe atacak. İkinci olasılığın gerçekleşmesi durumunda ise Libya bölünecek ama MEB paylaşımına esas olan sahil şeridi Tobruk yönetiminde kalacağı için bizim anlaşma kadük olacak.
Aldatıcı Taktik Girişim
İktidarın Trablus yönetimi ile yaptığı MEB anlaşması; esasında Libya iç savaşına taraf olarak müdahil olmamızı Türkiye’de halka milli bir olay olarak satma girişimiydi. Yani Türkiye açısından sonuç alıcı değil, Türkiye’deki kitleleri kandırmak için aldatıcı bir taktik girişimdi.
Bugün geldiğimiz yer itibarıyla, ne yazık ki iktidarın çağdışı ideolojisinden kaynaklanan ve halen sürdürdüğü bu stratejisi; Türkiye’nin güvenliği, bekası, iç barışı ve çıkarları için en büyük tehdittir. “Bizim aile 50 kişi götürür! Listemiz hazır” ve “Biz bir daha sokağa çıkarsak kimleri toplayacağız? Listelerden haberiniz var mı? Ailenizi nasıl koruyacaksınız?” sözlerini bir iki meczubun işi gibi görmek ve savcıları göreve çağırmak; olsa olsa tehlikeyi görememenin veya hafife almanın ifadesi olabilir. Hele hele bu resmi yok sayıp iktidarın kitleleri kandırmaya ve felaket sürecini saklamaya yönelik taktik girişimlerinin peşine düşmek ve reklamını yapmak; iktidara koruma desteği vermek ve halkı kandırmasında kolaylaştırıcı görevi icra etmektir.
Eksen Kayması
Hiçbir ilkesi ve değeri olmayan, devlet gücünü elinde tutan, makam ve rant dağıtma imkanı olan bir odağa karşı demokratik bir mücadele vermek gerçekten zor iştir, özellikle de uzun soluklu olarak. Zaman uzadıkça, beklentiler karşılanamayınca; savrulmalar, eksen kaymaları ve mücadele edenlerin birbirine düşmesi görülür, görülüyor da zaten. İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu; “Metin Feyzioğlu’nda ciddi bir eksen kayması var” diyor. Görüyorum ki; Türkiye’nin felakete sürükleniş resmine gözlerini kapatarak, iktidarın aldatıcı taktik girişimlerinin peşinde koşmaya çalışan ve iktidardan görev beklentisi içinde eksen kayması sendromu gösteren başkaları da var! Hem de geçmişte bedel ödemelerine ve mücadele vermelerine rağmen. Bir an önce vazgeçmeliler, bu çok yanlış olur! Tarihimizde ve özellikle Kurtuluş Savaşı ve Aydınlanma Devrimleri sırasında yaşadığımız örnekler var! Bunlardan ibret alınmalı!
Mustafa Kemal, 20 Eylül 1917’de Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) devam ederken, 7. Ordu Komutanı olarak Halep’ten İstanbul’a askeri ve siyasi bir rapor gönderir. 36 yaşındaki genç bir Mirliva (Tuğgeneral), Osmanlı Devletini yöneten en üst düzey iki yetkili olan Sadrazam Talat Paşa ile Harbiye Nazırı ve Başkomutan Enver Paşa’ya bir anlamda isyan muhtırası göndermiştir.
Atatürk Rozeti Takmakla Olmuyor
1919’dan önce olması nedeniyle, Nutuk’tan daha iddialı bir belgedir. Bu muhtırada Mustafa Kemal; Nutuk’ta olduğu gibi iktidardaki bir lider olarak değil, bir siyasi muhalif olarak duruşunu, bakışını, değerlendirmesini, söylemini ve isyanını ortaya koymuştur. Mustafa Kemal bizzat kaleme aldığı muhtırada “…en büyük tehlike; her taraftan çürüyen muazzam saltanat binasının bir gün, birden bire ve hep birden içinden çökmesi ihtimalidir” durum tespitini yapmış ve “…göz göre göre felakete sürüklenirken susamazdım!” demiştir.
Mustafa Kemal’in bu isyanı, kendisini Divan-ı Harbe (Savaş Mahkemesi) hatta idama kadar götürebilecek çok riskli ve cüretkâr bir harekettir. Ancak Mustafa Kemal, ölüm tehdidi karşısında susacak ve fikirlerini gizleyecek bir kişilik değildir.
“Atatürkçüyüm” demekle ve Atatürk rozeti takmakla olmuyor. Bugün tüm yurtseverlere düşen görev; ülkemiz felakete hızla sürüklenirken susmamak, savrulmamak, eksen kaymasına uğramamak ve bu mücadeleyi kişisel bir beklenti uğruna yapmamaktır.
Kerem Çalışkan’ın Remzi Kitabevi tarafından yayınlanmış olan “Mustafa Kemal’in İsyan Muhtırası” adlı kitabını okumanızı özellikle tavsiye ediyorum.
FACEBOOK YORUMLAR