Cumhuriyet’in ilanından yaklaşık olarak üç ay önce, 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşması ile devletin uluslararası ortamda bağımsızlığı ve egemenliği kabul edilmişti. Halbuki, Almanya dahil Birinci Dünya Savaşı’nın (1914-1918) mağlup hiçbir gücü bu hakka sahip değildi. Şimdi sorun; bu devletin nasıl yapılanacağıydı…
Osmanlı, durup dururken enkaz haline gelmemiş ve yıkılmamıştı. Gerçekten, Avrupalıların dediği gibi hasta adamdı. Esasında; Osmanlı hanedanı dahil Osmanlı’yı yönetenler de bu hastalığın farkındaydı ama hastalığın ne olduğunu tam olarak anlayamıyor ve teşhisi doğru koyamıyorlardı.
Teşhis Doğru Değildi!
Osmanlı’da ilk yenileşme ve değişmeye çalışma hareketleri 17.Yüzyılın başına kadar gider. Osmanlı’yı yönetenler, her alanda Avrupa’nın gerisinde kalındığını görünce ve en az 200 yıldır her cephede dayak yiyince; kendisine dayak atanların ürettiklerini alarak onlara yetişeceğini sandı. I. Meşrutiyet, Tanzimat, Islahat fermanları ve II. Meşrutiyet, bu sanışın iyi niyetli ama hastalığın teşhisini doğru koyamamış girişimleriydi.
Bu girişimler kısmi faydalar sağladı ama hastalığı tedavi etmedi. Esas yapılması gereken; Avrupa’yı Avrupa yapan, daha başarılı kılan ve o üretimi doğuran düşünüş biçimini yani kafa yapısını almaktı. Avrupa’nın bu kafa yapısına ulaşmasının arkasında ise uzun, sancılı ve hatta kanlı bir süreç vardı. Kopernik’ten, Galilei’ye, Kepler’den Newton’a, Descartes’den, Spinoza’dan Darvin’e kadar, hatta isimlerini sayarak bu köşeye sığdırmayacağımız daha birçok bilim insanları ve filozoflar var bu sürece katkı sağlayan.
Ürettiklerini Alarak Yetişemezsin
Rönesans’ı, Reformu, Aydınlanmayı, Fransız İhtilalini, Sanayi Devrimini yaşayan Avrupa, dinsel düşünce sisteminden akılcı ve bilimsel düşünce sistemine geçti ve aklını özgürleştirdi. Osmanlı ise Ortaçağ’daki kafa yapısını aynen koruyarak ama kafa yapısını değiştirenlerin ürünlerini alarak var olabileceğini sandı.
Martin Luther, 31 Ekim 1517’de Katolik Kilisesi’ne karşı, 95 maddeden oluşan protesto bildirisini Wittenberg Şatosu Kilisesi’nin kapısına astı ve bilinçli olmasa da aklın özgürleşmesinin ve dinsel düşünce sistemini sonlandıracak uzun, sancılı ve kanlı bir sürecin tetiğine basmış oldu. Ama aynı yıl, Türklerin Anadolu’da ve Balkanlar’da yarattığı hoşgörülü ve aklı yok saymayan İslam anlayışını yok edecek sürecin tetiğine de Yavuz Sultan Selim’in Hilafetle beraber Mısır’dan getirdiği ulema ile basıldı.
Yeni Bir Düzene ve Kimliğe İhtiyaç Var
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önünde iki yol vardı. Birincisi; hiçbir şey olmamış gibi davranmak ve “aynı tas, aynı hamam” olarak eski düzene ve Osmanlı’ya devam etmekti. Ama sorunun kaynağı eski düzendi. Problemi doğuran nedensellik ortadan kaldırılmaz ise aynı son kaçınılmazdı. Atatürk hastalığın teşhisini doğru koymuştu; “yeni ve çağdaş bir düzene ve kimliğe ihtiyaç vardı”.
Atatürk, bu nedenle diğer yolu seçti ve bir önceki gece yemekte “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” dedi. Esasında bu, o gecenin kararı değildi. Cumhuriyet’in ilan edilme kararı; aklın, bilimin ve özellikle son 200 yılı acılarla geçmiş Osmanlı tarihinin deneyimleri üzerine inşa edilmişti. Atatürk bu kararı verdiğinde; en yakınında bulunanlardan bile anlayamayanlar, şoka uğrayanlar, aklı ve havsalası almayanlar oldu. Ne yazık ki; bugün ülkemizi o gün Atatürk’ü anlayamayan kafa yapısı yönetmektedir ve yaşadığımız felaket sürecinin nedeni de budur.
Çağdaşlaşma ve Uygarlaşma Projesi
Cumhuriyet kelimesinin kökü olan cumhur (topluluk, halk), etimolojik köken olarak Arapça’dan gelmesine rağmen Türkçe’ye mal olmuş, Türkçe bir kelimeydi. Cumhuriyeti ilk kullananlar ve tanımını ortaya koyanlar Jön Türklerdi. Anlamı ise; devletin bir kişi veya hanedan tarafından değil, milletin vekilleri vasıtası ile temsil edilmesi ve yönetilmesiydi.
Türkiye’de ilan edilen Cumhuriyet; bir aydınlanma, çağdaşlaşma ve uygarlaşma projesidir. Bu proje ile geri kalmış ve bırakılmış bir milletin çağdaş medeniyet seviyesini yakalama mücadelesi başlatılmıştır. Bu proje ile egemenlik gökten yere indirilmiş ve halka verilmiş; kul yani köle olmak yerine, yurttaş olma onuruna erişilmiştir.
Kıskanmıyorlar, Gülüyorlar!
Bu yolda kat ettiğimiz mesafe kadar çağdaş olmayan dünyadan ileride, kat edemediğimiz mesafe kadar çağdaş dünyadan gerideyiz. Yine, ne yazık ki bugün, bu uygarlık projesi ile barışık olmayanlar, hatta düşmanca bakanlar tarafından yönetiliyoruz. Bunlar da Osmanlı döneminin kafa yapısındaki gibi çağdaş dünyanın ürettiklerini kullanarak ve tüketerek, çağdaş dünyayı kıskandıracağını ve geçeceğini sanıyor. Oysa onlar sadece gülüyorlar!
Cumhuriyet ilan edildiğinde; okuma yazma oranımız yüzde 6, fabrika yoktu, baraj yoktu, sanayi üretimi yoktu, üniversite yoktu, ödenmesi gereken borçlar çoktu, uzun süren savaşlar nedeniyle genç ve sağlıklı nüfus da yoktu! Buraya nereden geldiğimiz bilinmeli!
Cumhuriyetin Dinle Sorunu Yok!
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in, dinle ve dindarlarla bir sorunu olmamıştır. Ama dincilerle, din simsarlarıyla yani İslam’ı cinsel ihtiyaçları, ticari girişimleri ve siyasal ihtirasları için kullanan ve kirletenlerle hep sorunu olmuştur. Eğer birisi veya birileri Atatürk’e ve Cumhuriyet’e saldırıyorsa, bilin ki din simsarıdır.
Bugün sancılı da olsa, aydınlanma ve çağdaşlaşma karşıtları tarafından yönetiliyor da olsak, emin olun biz Cumhuriyet değerlerine sahip çıkanlar güçlüyüz ve kötü günler geçecektir, şüpheniz bile olmasın. Gücümüz akıldan, bilgiden, bilimden, çağdaş değerlerden ve ilkelerden gelir. 95. yaşını idrak ettiğimiz bugün, Cumhuriyet Bayramımızı kutlarım.
FACEBOOK YORUMLAR