Geçmiş Artık Bize Yalnızca Uzaktan Göz Kırpıyor…
Prof. Dr. Nurhan TEKEREK
Günümüzde ülkemizdeki tiyatro yaşamına baktığımızda, genel olarak dünyada olanları yakından takipte bir sorun olmadığını, dahası, başta Avrupa olmak üzere dünya tiyatrosunda yapılanların sıklıkla öykünme biçiminde yinelendiğini ya da özgünleşme adına öykünmenin ötesine gidilemediğini söyleyebiliriz. Başka bir deyişle özellikle son yirmi-otuz yıl içinde tiyatromuzun seyirciyle, ya da tiyatronun toplumla-halkla ilişkisi bağlamında, özellikle tiyatronun toplumsal olaylarla tarihsel ve dönemsel sıkı ilişkisi göz önüne alındığında, tiyatro ve seyirci arasındaki organik ilişkinin bozulduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Cumhuriyetin ilk yirmi-otuz yıllık dönemi ve 1960-80 arası parlak bir dönem yaşadığı yirmi yıllık bir zaman diliminde tiyatroda yapılanlar dikkate alındığında, özellikle doksanlı yıllardan şimdiye tiyatronun giderek daha çok iç içe olması gereken seyircisinden uzaklaştığını, başka bir deyişle seyircinin gündemiyle tiyatronun gündeminin pek de örtüşmediğini söyleyebiliriz. Bu değerlendirme salt tiyatro-seyirci-toplum-güncellik dizgesi içinde değil gençlik-tiyatro okulları-tiyatromuz dizgesi için de yapılabilir. Bugün tiyatromuzun ve tiyatro geçmişimizin genç kuşaklarla, hele tiyatro okullarında eğitim alan genç tiyatrocu adaylarıyla bağı gevşemiştir. Başka bir deyişle yeni kuşak tiyatrocuların, tiyatro geçmişimizde neler yapıldığını, neler üretildiğini, ne denemeler yapıldığını, hangi tartışmaların tiyatromuzu geliştirdiğini, toplumsal-siyasi tarihimizin birikimiyle tiyatro tarihimiz arasındaki ilişkinin nasıl olduğuna dair yeterince bilgisi yoktur. Tiyatromuzun kendi kimliğini yitirmeden geleceğe nasıl yol alacağına dair özgün fikirleri de eksiktir. Geçmiş ve geleneğin geleceği kurmadaki rolü anımsandığında böylesi bir kopukluğun bizi, özellikle tiyatro alanında doğru bir yere taşıyamayacağı açıktır. Bu olumsuz durumda, yeni kuşağın, digital iletişim çağında dahi okumaktan ve bilgiden kaçınmasının etkisi vardır. Öte yandan eski kuşak olarak bizlerin de görevini yeterince yerine getirememek gibi bir sorumluluğumuz vardır.
Tiyatro eğitiminde ve tiyatro okullarında, Türk Tiyatrosu ya da Türkiye’deki tiyatro hareketine, geleneğine ve tiyatro-seyirci ilişkisine yeterince yer verilmemesinin bu süreçte olumsuz etkisi büyüktür. Ayrıca yine gerek akademik, gerek diğer tiyatro çevrelerinde yerli olana mesafeli durmak gibi bir tanzimat aydını bakışımız ve alışkanlığımız hâlâ devam etmektedir. Son yirmi yıllık döneme bakıldığında, oynanan oyunların toplumdan kopukluğu, oyunların diyalogdan monoloğa-anlatıya dönüşümü, yabancı kaynaklı taklitlerin özgünmüş gibi sunulması, toplumun gündemiyle örtüşmeyen oyunların oynanması, tiyatro biletlerindeki orta sınıfın gelirini aşan yükselme, pandemi, ardından gelen tiyatroları ve seyircisini etkileyen ekonomik kriz ve hayat pahalılığı, digital dönemin getirdiği ev içi eğlencelerinin daha ucuza gelmesi, dünyadaki sanat olaylarını internet aracılığıyla daha kolay ve yakından takip etme, entelektüel birikimin yerine para harcama ve tüketim çılgınlığının geçer akçe olması, yani harcama tercihlerinin değişmesi, beraberinde gelen toplum düzeyinin vasat altına inmesi, özellikle yeni nesilde yaygın olan bireysellik ve bireycilik gibi gibi pek çok neden tiyatromuzla toplum arasındaki mesafeyi giderek iyice açmıştır. Elbette tüm bu olumsuz koşullarda hâlâ oyun yazmaya çabalayan ve ne yazık ki, iki elin on parmağını geçemeyecek sayıda oyun yazarlarımız vardır ama onları da, oyunlarını oynayarak motive eden tiyatro sayısı yeterli değildir.
Oysa, özellikle tiyatromuzun gerçek bir devrim yaşadığı parlak dönemler; Halkevleri Dönemi ve Altmışlı-Yetmişli Yıllar göz önüne alındığında o yıllarda, hem geçmişin ve geleneğin sorgulandığı, hem de yeni bir toplum ve yeni bir sanat, yeni bir tiyatro oluşturmanın geleceğimizi inşa etmede öneminin kavrandığı dönemlerde tiyatro ve seyirci arasındaki ilişki de sorgulanmış, halk tiyatrosu, epik tiyatro, köylü tiyatrosu, işçi tiyatrosu, devrimci tiyatro, sokak tiyatrosu, burjuva tiyatrosu gibi türlerin seyirciyle organik birlikteliği üzerine pek çok deneysel çalışmalar yapılmıştır. Yine pek çok oyun yazarımız en popüler ve en iyi eserlerini bu dönemde vermişlerdir. Neden böyle verimli bir süreç yaşanmıştır sorusunun cevabı yine toplumsal dinamiklerle ve geçmişin tiyatro birikimiyle tiyatro yapan insanların bakış açılarının buluşmasında bulunabilir.
Cumhuriyetin ilk yılları, yeni bir toplumun oluşmasında cumhuriyet ilkelerinin öneminin idrak edildiği, halkçılık, devrimcilik, laiklik, köycülük, milliyetçilik, devletçilik şiarıyla hayatın her alanında olduğu gibi kültür-sanat alanında da yeniliklerin peş peşe geldiği yıllardır. 1932-51 yılları arasında tüm Anadolu’da kurulan Halkevleri ve Halk Odaları, Milli Eğitim Bakanlığı’nın öncülüğünde kültürü ve sanatı geliştirme çabaları, yine bu çabaların bir yansıması olan Köy Enstitüleri ve buralarda filizlenen kültür-sanat hareketleri, tiyatro okullarının ve kurumlarının hayata geçirilmesi, oyun yazarlığı alanındaki gelişmeler ve kuşkusuz yeni cumhuriyet düşüncesinin ve devrimlerin coşkusu tiyatromuzda ciddi gelişmelerin olduğunun göstergesidir. Bu arada Batı tarzı konvansiyonel tiyatroya yalnızca öykünmenin yanlışlığının görülmesi ve kendi kaynaklarımızdan-köklerimizden yararlanmaya ilişkin düşünsel ve uygulamalı tartışmalar, özgünleşme çabalarının da habercisi olmuştur. Özellikle Halkevleri Temsil Şubeleri’nde tiyatromuzun kaynaklarına yönelik araştırmalar ve uygulamalar bu anlamda çok önemlidir. Örneğin Ahmet Kutsi Tecer, Pertev Naili Boratav, Cevdet Kudret, Şükrü Elçin’in Anadolu folkloru, geleneksel kent tiyatrosu türleri ve dramatik köylü oyunları alanında yaptıkları araştırma ve incelemeler Refik Ahmet Sevengil, Abidin Dino ve özellikle İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun öz tiyatro kuramı ve geleneksel kaynaklarımızdan yararlanma yollarına dair düşünceleri ve çalışmaları Ellili yılların ikinci yarısından başlayarak Altmışlı yıllara uzanan yeni ve yoğun bir tiyatro hareketinin oluşmasına neden olmuştur. Tiyatronun sadece sanat değil, aynı zamanda bilimsel ve teknik bir alan olduğu düşüncesinden hareketle DTCF’ye bağlı bir tiyatro araştırma enstitüsü kurulmuş (1957) ve bu enstitü Melahat Özgü, Sevda Şener, Metin And, Özdemir Nutku gibi pek çok akademisyen tiyatro insanın ve oyun yazarının yetişmesine katkıda bulunmuştur. Zamanla bir tiyatro bölümüne dönüşen bu enstitü, ülkemizde tiyatro araştırmalarının öncülük görevini üstlenmiş, tiyatro alanında pek çok akademisyen yetiştirdiği gibi bilimsel eserlerin artmasına vesile olmuştur.
Altmışlı yıllar, gerek büyük şehirlerde, gerekse tüm Anadolu’da tiyatronun yaygınlaştığı ve böylece halkla daha çok buluştuğu yıllar olmuştur. Bu nitelik ve nicelik artışında, 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nin ardından yapılan yeni ve özgürlükçü bir anayasa yapılmasının etkisi olduğu gibi, dünyadaki özgürlük rüzgârlarının da etkisi önemlidir. Bu dönemde, Ellili yılların birikimiyle sanayileşme ve işçileşme süreci de hızlanmış, köylerden kentlere akış hızlanmıştır. Dolayısıyla toplumsal dinamikler de değişmiş, toplumsal muhalefet de yavaş yavaş tırmanmaya başlamıştır. Bütün bu sosyal gelişmeler, doğal olarak tiyatrolara da yansımış, kitlelerle tiyatro yoluyla buluşmanın yolları aranmış, bu bağlamda pek çok yeni tiyatro topluluğu, gelenekle- günceli harmanlayan yeni oyunlarla ve oyun yazarlarıyla buluşmuştur. Yine aynı dönemde, Ankara’da Ankara Sanat Tiyatrosu, Ankara Deneme Sahnesi, Ankara Birliği Sahnesi, Ankara Halk Tiyatrosu, İstanbul’da Dostlar Tiyatrosu ve Devrim İçin Hareket Tiyatrosu ve Anadolu’da pek çok irili ufaklı amatör, yarı profesyonel tiyatrolar halkla buluşmuştur. Üniversitelerde ilk tiyatro toplulukları kurulmuş ve şenlikler düzenlenmeye başlamış ve bu öncülüğü de ODTÜ Tiyatro Topluluğu ve ODTÜ Şenlikleri, Boğaziçi Üniversitesi Tiyatro Topluluğu gibi öğrenci kulüpleri üstlenmiştir.
Yetmişli yılların ikinci yarısı, toplumsal muhalefetin giderek keskinleştiği, tırmandığı ya da tırmandırıldığı, sağ-sol çatışmalarının öğrenci kantinlerine kadar yayıldığı zor yıllardır. Bu dönem, aynı zamanda, Türkiye’nin Kıbrıs Savaşı ve ardından Batı’nın uyguladığı ambargolar dolayısıyla ekonomik krize girdiği ve yoklukların-kuyrukların yaşandığı yıllardır. Toplumda yaşanan krizler ve çatışmalar Yetmişli yılların sonunda bir yeni bir darbenin yapılmasını beraberinde getirir. 12 Eylül 1980’de beş generalin öncülüğünde bir askeri darbe gerçekleştirilir. Toplumsal muhalefet, işçi ve öğrenci olayları bıçak gibi kesintiye uğrar. Günümüzde hâlâ etkilerini gördüğümüz bir sessizlik dönemi, yargılamalar, işkenceler, idamlar, hapislikler derken yeniden bir anayasa yaptırılır. Bu yeni anayasanın onaylatılması, yeniden seçimler, Özal hükümeti ve 24 Ocak Kararları’nın uygulanması ve ardından girişimcilik, liberalizm, serbest piyasa ekonomisi diye isimlendirilen bambaşka bir döneme geçilir. Gümrük kapılarının açılması, ithalat-ihracat serbestisi derken, “yerli malı yurdun malı” söylemi gündemden düşerken “benim memurum işini bilir” dönemi gelir. Artık ülkede kahveden sigaraya, iğneden ipliğe, çikita muzdan kiviye, mangodan avokadoya her şey serbestçe girmeye başlar ve dünyaya açılıyoruz esprisi içinde, köylü tarımı terk eder (bugün ancak nüfusun yüzde 3.7’si köylerde yaşamaktadır ne yazık ki), yerli üretime kotalar konur, yalnızca ithal eden, yalnızca tüketen bir topluma doğru hızla yol alınmaktadır.
Cep telefonları, tv kanalları, internet, internet platformları derken yepyeni ekonomik krizlerle bugüne geldik diyebiliriz. Suriye’den, Afganistan’dan ve diğer ülkelerden gelen göçmenler, pandemi ve ardından gelen Hatay-Adıyaman-Maraş depremi derken, günümüzde, bireyselleşen ve bireyciliğiyle övünen insanların, özellikle genç insanların oluşturduğu, geçmişini ve köklerini bilmeyen, bilmek de istemeyen, geleceğe dair kolektif sorumluluktan uzak garip bir toplum olduk çıktık.
Böylesi çalkantılı bir süreç ve ardından gelen darbe ve baskı dönemleri, takiben açılma-saçılma dönemlerinin yansımaları kuşkusuz tiyatro alanında da görüldü ve görülüyor. Tiyatronun yaygınlaştırılması, tiyatronun halkla buluşturulma girişimleri, tiyatro ile özgün bir entelektüel kültür oluşturma çabaları, tiyatromuza kimlik kazandırma çabaları, zor koşullarda yapılan bir yığın araştırma, eser, arşiv, yayın, tiyatronun zorunlu kıldığı kolektivist anlayış ve yaşam tarzı şimdilerde bize ancak uzaktan göz kırpabiliyor. Elbette o göz kırpmayı görmek isteyenlere. İşte bizler ve yeni kuşak tiyatrocular hep birlikte, toplumun da, bireyin de umudunu besleyen, yeşerten, o uzaktan göz kırpışı fark etmeliyiz. Tiyatromuzda deneyimli insanlarla yeni kuşak arasında atılan köprüleri ne yapıp edip yeniden kurmalıyız. Bu ülkede tiyatroda geçmişte çok güzel işler yapıldı. Bunları unutmadan, her an anımsayarak yeniden yola koyulmalıyız. Çünkü geçmişi olmayan bir bireyin şimdisi de olmaz, geleceği de olmaz. Tıpkı toplumun olmadığı gibi. Her defasında Amerika’yı yeniden keşfetmek yerine yeni ana karaları, birlikte, kol kola, omuz omuza keşfetmeliyiz. Kendi birikimlerimizi unutmadan.
FACEBOOK YORUMLAR