Dünyanın her yanını kan kaplamıştı. 1933 yılında Adolf Hitler önderliğinde Naziler iktidara gelmişti. Hitler'in idaresi altındaki bu yıllarda Nazilik bilinci iyice oturmuştu. Basın, radyo, filimler hatta sanat bile sansür altındaydı.
Kiliseler baskı altında tutuldu, Nazi karşıtı vaaz veren papazlar Gestapo tarafından tutuklanıyor ve toplama kamplarına alınıyordu. Gençlik örgütleri kapatılmıştı. Nazi Almanya'sı tüm Avrupa'da hüküm sürüyordu. Naziler ilk toplama kampı Dachau'yu Hitler'in 1933 yılında iktidarı ele geçirmesinden sonra kurmuşlardır.
Toplama kamplarında, Nazi muhalifleri, Yahudiler, Çingeneler vahşice ve farklı yöntemlerle katlediyordu. Bu dönemde işin en acı yanı da, kadınların birçok işkence ve yok etme ideolojisinde etkin rol oynamış olmalarıydı. B unlardan biri yirmi üç yaşında Erna Petri'ydi.
Erna kıdemli bir SS subayıyla evliydi ve bu vahşete elini bulaştırmış bir kadındı. Altı, on iki yaşlarında çocukları ormana götürmüş, bir çukurun dibine bu zavallıları sıralamış ve hepsini enselerinin arkasından vurmuştu. Bir kadın yüreği nasıl bu denli vicdansız acımasız olabiliyordu bunu benim aklım almıyor.
Bir diğer kadın Vera Wohlouf'tu insafsız, acımasız, sadist bir kadındı.
Hamileydi Vera, yaşamın kutsallığının en çok farkında olması, en şefkatli, en sevgi dolu döneminde olmalıydı. Bu duyguları hissetmiyordu ama Vera şehir merkezinde açlıktan, sıcaktan bitap düşmüş binlerce Yahudi’yi kırbaçlayarak öldürüyordu.
Sadece yirmi iki yaşında bir kadın Johanna Altvater'dı acımasızlığının boyutu yoktu, hasta çocukların koğuşunda hemşireydi, aniden durup zavallı hasta çocuğu üçüncü kattan aşağı atıyordu, hayatta kalanlara da hiçbir tedavi uygulanmıyor acı çekerek ölmeleri izleniyordu. En vahşice olanı da daha emekleyen çocukları havada silkeleyip kafasını duvarlara vurmasıydı.
Bu sadizm bu vahşet nasıl kadınlar tarafından gerçekleşiyordu.
Bunlar insan ,kadın olamazlardı. Bunlar dişi şeytanlardı.
Josefine Black bir anneydi ama anneden öte çok ötede vahşi bir kalbe sahip, sadist bir kadındı. Ağlayarak kendine gelen kız çocuğuna yardım edeceğim demiş ondan sonra saçından çekerek defalarca yüzüne yumruk atıp en sonunda kafasını ayağıyla ezerek öldürmüştü.
Bu kadınlar caniydi ve yaptıkları sadizmden zevk alıyorlardı.
Masum bebekleri, çocukları öldürmek onlar için basit bir oyundu. Bu vahşi oyunları onların ruhlarının kötülüğüne hizmet ediyordu. Bu kadınlar narsisti, narsizmin olağanüstü ve karmaşık bir fenomen olmasına hizmet ediyorlardı.
Narsistler psiko-ruhsal hastalardır.
Bu kadınlar kötülük sınırlarını ancak o sınırları aşarak genişletiyordu. İçlerindeki nefreti, sevgiye dönüştürmeleri gerekirken ruhlarındaki vahşet ve hastalık buna engel oluyordu.
Vahşileştikçe vahşileşiyorlardı, kötülüğü kötülükle besliyorlardı.
Kötülük vahşi bir irade eylemidir.
Onlar vahşeti seçmişti.
Siyah yalanlara inanmışlardı.
Yanlış ve vahşice olduğunu bile bile insanları, çocukları öldürüyorlardı. Siyah yalanlar yakıcıdır, yıkıcıdır. İnsan olarak bütün hissetmek için siyah yalanlara inanıyor, bağlılık duyuyorlardı bu duygularda onların kendilerini bütün hissetmesini sağlıyordu. Bu kötülüğe, bu acımasızlığa bağımlılık duyuyorlardı.
Bu kadınlar vahşeti ve sadizmi yaşamlarına katlanmak, kendilerini iyi hissetmek için uyguluyorlardı. Varoluşlarının temeli kötülük ve siyah yalanlara bağımlılıktı.
Tüm insanlığa nefret duyuyorlardı içlerinde barındırdıkları kötülük onları acımasız katiller yapıyordu. Bu kadınlar kendini ve yaşamı sevmediği için diğer insanları da sevmiyor, yaşamlarına saygı duymuyorlardı. Ruhlarının her yanını kötülük ve vahşet kaplamıştı.
Ben bir kadın olarak baktığımda bu ruhsal kötülüğü ve vahşeti anlamıyorum anlamamda imkânsız. Kendi kötülükleri ve vahşetleri masumları, bebekleri, çocukları öldürmelerini sağlıyor bu duygu onlara güç veriyordu. Ruhları kin, nefret, kötülükle doluydu. Kötülüğün sınırlarını da daha fazla vahşileşerek aşıyorlardı.
Bu kadınlar vahşette sınır tanımıyordu.
Tüm bunları olağanüstü bir görev olarak görüyor ve kapkaranlık bir yaşamı tercih ediyorlardı. Saklanmıyorlardı, uluorta vahşice davranıyorlardı.
Ruhlarında besledikleri kötülük ve insanlığa duydukları kin, korkusuzluklarını özgür hale getiriyordu. Bu insanlar yaşamlarının hiçbir döneminde sevgi duygusunu tatmin edici bir şekilde yaşamamışlardı. Bu nedenle sevgi, aşk, dostluk içeren duyguları tanımıyorlardı.
Oysa sevgi emek ister. Sevgi sözcüklerle ifade edilemeyecek, ölçülemeyecek ya da sınırlandırılamayacak kadar büyük bir duygudur.
Sevgi duygusu bizim kendimize duyduğumuz sevgiyi de kapsar.
Bu sevgiyi besledikçe, başka insanlar ve sevdiklerimiz içinde güç ve motivasyon kaynağı oluruz. Ruhumuzdaki sevgiyi çaba göstererek geliştirmeli ve tüm insanlarla paylaşmalıyız.
Merve Çapan
FACEBOOK YORUMLAR