Hatice ÖZBAY

Hatice ÖZBAY

[email protected]

Tomris Giritlioğlu

24 Eylül 2024 - 18:08 - Güncelleme: 25 Eylül 2024 - 19:27


“Seyirciye karşı bir sorumluluğumuz var ve bu sorumluluğu elimizden geldiğince
eksiksiz yapmalıyız.


Tomris Giritlioğlu genç yaşta “Kantodan Tangoya” ile başladığı sinema serüvenini yıllardır
başarıyla sürdürüyor ama çok kazanalar arasında değil. Senarist, yönetmen, yapımcı, proje
tasarımcısı olarak birçok zor yapıta imza atan Giritlioğlu hayallerinin peşinden yürüyor
yıllardır.

Yargıç babanın anarşist ruhlu kızı, hukukçu olmayı istemez. Hacettepe Üniversitesi’nde
(İngiliz Dili ve Edebiyatı)Dil bilimci olma yolunda ilerlerken yolu Londra’ya uzanır ve
sinema okumak ister. Baba sevgisi ağır bastığından tekrar Türkiye’ye döner ve okulunu
bitirir. TRT’nin açtığı ve üç bin kişinin katıldığı sınavda kazanalar arasındadır.

TRT’deki yıllarını çok iyi bir okul olarak değerlendiren Giritlioğlu. “Salkım Hanımın
Taneleri” ile gündemimize girer ve şöhreti yakalar. Tomris Giritlioğlu, 6-7 Eylül olaylarını
konu eden “Güz Sancısı” filmiyle gerici çevrelerin keskin oklarına da hedef olur. Ancak O,
Amazonların kraliçesi Penthesilea’ya gibi girdiği gişe savaşlarında, sağlığını hiçe sayarak
yürümeye devam eder. Yapılmayanı, yazılmayanı, okunmayanı, bilinmeyeni, tarihin arka
sayfalarını aralar ve tüm tozlarından arındırarak inatla, sevgiyle, sabırla, heyecanla
seyirciyle buluşturur. “Hatırla Sevgili”, “Gülbeyaz”, “Çemberimde Gül Oya”, “Ihlamurlar
Altında”, “Bu Kalp Seni Unutur mu”, “Asi”, “Kasaba”,” Karayılan”, “Aşka Sürgün”, “gibi
önemli dizilere ve filmlere daha doğrusu toplumun kanayanlarına dokunan Tomris
Giritlioğlu’yla evinde buluştuk, boğaza karşı konuştuk.

Sizin doğum yeriniz neresi bunu netleştirelim öncelikle, karışıklık var bu konuda.
Konya doğumlu, Adana doğumlu, Antakya doğumlu yazıyor bazı yerlerde. Okuduğunuz okul Hacettepe Üniversitesi tamam ama doğum yeriniz herkes tarafından farklı biliniyor.


Aslen Antakyalıyım ama doğum yerim Konya Kadınhanı… Babam yargıç olarak tayin
edilmiş Kadınhanı’na ve doğum yerim Konya Kadınhanı.

Antakya olarak bilinmesi memleketinizin Antakya olmasından mı kaynaklanıyor?

Ruhen ve aslen Antakyalıyım.

Asi ve Kasaba dizisini de Antakya da çekilmişti…

Evet, Asi ve Kasaba dizisi de Antakya da çekildi. Çocukluğumda babaannemin yanına
giderdim Antakya’ya. Onun için Antakya’nın çok önemli bir rolü var benim hayatımda.
Büyülü bir şehir… Bir yanıyla ötekinin bir arada yaşamayı becerdiği bir şehir, o anlamda da
herhalde çocukluğumun etkileri var bu yaptığım islerde. Antakya da çocukluk geçirmiş
olmanın babaannem gibi karizmatik bir kadının varlığı.

Aslında çok bahsedildi babaannenizden etkilendiğiniz. Babaannenizin yanında mı
büyüdünüz de ondan çok etkilendiniz?


Yoo hayır ben babaannemle büyümedim annem ve babamın yanında büyüdüm. Ama
babaannemden çok etkilendim, babaannem çok özel bir kadın.

Hacettepe üniversitesinde okuduktan sonra TRT ile iş yaşamına başlıyorsunuz. Aslında bu sorudan sonra geçmişi değil, bugünü ve bugünden sonrasını ve yapmak
istediklerinizi konuşmak istiyorum. TRT deki yıllarınız bu güne gelmenizdeki önemi
nedir? Sizce de TRT bir okul muydu?


Çok çok çok. Kendimi TRT süzgecinden ya da okulundan geçmiş olmakla çok şanslı
sayıyorum. Çünkü o zaman piyasada sinemanın bile sahip olmadığı teknik imkânlar TRT de
vardı. Önce belgeselle başladım ama benim belgesellerimin içinde genel olarak hep drama
vardı zaten. Sonra drama bölümüne geçip ilk sinema filmimi diyeyim,” Kantodan Tangoya”
yı yaptım. Ben aslında onu sinema için düşünmemiştim hatta daha çok maddi imkânları
çekebilmek adına 3 bölüme ayırmıştım. O zaman her şey 35 mm ile çekiliyordu TRT de.
İstanbul Film Festivali’nden bir yazı geldi ve onun optik baskısı istendi, çünkü 45 dakikalık
ve 3 bölümdü. Benim sinema serüvenim kendimi hazır hissetmeden böyle başladı. Sonra
Kantodan Tangoya Fipresci Ödülü alınca, yani daha doğrusu benim o Kantodan Tangoya bir
Cumhuriyet aydının serüvenidir. Kantodan Tangoya’nın adı biraz belgesel çağrıştırıyor ama o bir drama filmi. Aytaç Arman başrolü oynuyordu. Sinemada, film başlayınca ölecek gibi
hissettim kendimi ve çıktım hemen. Hala hiç bir filmimi seyirciyle izleyemem.

Bu bir alışkanlık mı oldu, yani hangi duyguyla neden etkileniyorsunuz? Niye böyle bir
secimle sınırlıyorsunuz kendinizi?


Çünkü bütün kusurlarınızı da görüyorsunuz perde de. O zor geliyor bana izlemesi. Çünkü ben hayal etmeyi seven birisiyim, hep de rüyalarımı yaptım. Sinemada da, televizyonda da hep yapmak istediğim projelerin peşinde koştum. O yüzden de her şey çok büyüyor sinemada. Birisi çıkacak olsa sinemadan ya da birisi öksürecek olsa çok acı çekerim diye düşündüm. Ben Kantodan Tangoya’yı 10. dakika da terk ettim. Buna dayanamayacağım çünkü çok büyülü bir atmosfer, kapkara… Seyirci sadece sizin hayalleriniz, hikâyeniz ve oyuncularınızla baş başa. Hala dayanamıyorum, o konuda kendimi eğitemedim. Sinemada kendi ekibimle izliyorum ama seyirciyle katiyen ama.

İlginç. Bu duygusal yanınız herhalde. Bir şeyler üreten insanların hepsi bu her
üretiminde yeni bir doğum gibi derler. Yeni bir çocuk doğurmak, yani onun anne
rahminde yasadığınız o evreler onun hayal ve hayali yani bir ütopyanın gerçeğe
dönüşmesi dönemi gibi. Yani onun sonucu da sanki sancılandım ve o sancılarımın
sonucunda ben bu yapıtımla yeniden doğdum ve yeniden doğurdum gibi mi oluyor?


Aslında sinemada benim için, senaryo bittiği zaman o doğum olayı gerçekleşmiş oluyor.
Çünkü ondan sonrası teknical bir süreç. Çok güzel bir süreç elbette ama ben sinemada en çok senaryo aşamasını ve montajı severim. Çekim sırasında gergin çalışan biriyim.

Gerginlikten ziyada agresif çalışma denilebilir mi?

Agresif çalıştığımı söyleniyor ama ben heyecanla çalışıyorum. Hala dizilerde bile ki, çok
severek yaptığım diziler oldu şimdiye kadar, onlarda da çocuk doğuruyorsunuz aslında ama
toplu bir doğum. Heyecanım bazen agresiflik olarak algılanıyor. Ama ön hazırlığa önem
verdiğim için ön hazırlıkta tespit edilen şeyler sette gerçekleşmezse bunun sorumlusunun
canına okurum. Bunu benimle çalışanlar da bilir. Çünkü seyirciye karşı bir sorumluluğumuz
var ve bu sorumluluğu elimizden geldiğince eksiksiz yapmalıyız.

Mükemmeliyetçilik, kusursuzluk mu bu?

Tabi ki. Ben ilk terapiste gittiğimde. İçimde iki kadın yaşıyor. Birisi çok sevecen, uyumlu
özel hayatında… Diğeri iş hayatındaki canavar. İkisi tek bedende yaşıyor. Ben bunları
uzlaştırmak istiyorum. Ama hala uzlaşamadılar.

Uzlaşmasınlar sonuç güzel.

Evet, ama yorucu… Bedelleri ağır. Ben çok çalışmanın ve kendimi işe vermenin bedelini çok ağır ödedim 2 yıl önce.

Üzülerek öğrendik ama şifa niyetlerimizi yolladık sizin için. Yaptığınız bu çalışmalar
hakikaten yapılmamış çalışmalardı ya da benzerine çok az rastlandı. Sizin yapımcılığını
ya da yönetmenliğini yaptığınız senaryosunu yazdığınız filmlerin ortak bir özelliği var.
Yeni yüzlere yer veriyorsunuz yeni yüzler kazandırıyorsunuz değişik insanlarla
çalışıyorsunuz. Beren Saat, Tuğba Büyüküstün, Bülent İnal, Nejat İşler gibi sayısız çok önemli isimler kazandırdınız Türk sinemasına, Türk dizi camiasına. Dizi ve
filmlerinizde “Hatırla Sevgili” “Gönül Çelen” ya da “Güz Sancısı” gibi sizin
yönettiğiniz filmlerin renkleri farklı, kostüm, dekor, tarz değil sadece renkler de sizi
yansıtıyor.


Ben dizilerde yönetmenlik yapmıyorum proje tasarımı yapıyorum ama mesela son dizimiz
Kayıp Şehir’de yine tüm kostüm ve arka fon renkleri sanat yönetmenimle çalışmanın
sonucudur. Benim en büyük özelliğim ekipleri çok iyi kurarım.

Kurduğunuz ekiple de çok uzun zaman birlikte çalışıyorsunuz.

Şimdi Kayıp Şehir’in sanat yönetmeni Çemberimde Gül Oya’nın sanat yönetmeni. Tabii her
çalışma hepimizi biraz daha geliştiriyor. Ama benim sinemada bir renk takıntım var. Bunu da
TRT de bir sanat yönetmeni vardı Deniz, yani hem benim için bir anne gibiydi. Ben ilk
filmimi çektiğimde çok gençtim çünkü. 8-10 yıl önce kaybettim ben Deniz’i. Ondan çok şey
örgendim. Roma’da sanat eğitimi almıştı Deniz ve sinemanın coşku renkleri, hüzün renkleri,
kostümle fonun nasıl ışığı etkilediğini aslında ben Deniz’den öğrendim.

İkinci bir eğitim gibi yani aslında. Kendi deneyimlerinizin üzerine deneyimden öğrenme gibi.

Biz Deniz’le çalışmamdan sonra bir yıl ben dünyanın bütün ressamlarını incelemeye ayırdım. Yani her gün akşam kitap okur gibi ressamları inceledim. Hala dizilerde de bunu sürdürmeye çalışıyorum elimizden geldiğince. Çünkü çok yetenekli sanat yönetmenleriyle çalışıyorum aynı zamanda. Yani onlar zaten işin realizatörü. Onlarla aranızdaki ilişki çok önemli… Her şeyi ekibinizle yapabilirsiniz, özellikle sinemada. Çünkü sinemada tek başına yönetmenin de hiç bir şey ifade etmediğini düşünüyorum. Önemli olan projenizi o ekibe inandırmak, heyecan duymalarını sağlamak, ondan sonrası daha kolay ve zevkli gidiyor zaten.

Yani güzel bir şey var ki, daha önce sizinle çalışan, başarıya ulaşan gerek oyuncu
kadrosu, gerekse yönetmen kadrosu, hani canavar dediğiniz o agresif çalışma
yöntemlerine rağmen sizinle çalışmayı seviyorlar.


Severler beni. Bizler birbirinden vazgeçemeyen insanlarız. Ben yaptığım bir haksızlıktan
sonra gece çok acı çeken bir insanım ve bunu telafi edebilmek için bin tane numara yaparım. Onlar benim için çok değerlidir. Ben hep yeni oyuncu keşfeden yönetmen gibi biliniyorum. Ama ben daha çok şu yanımı seviyorum, kendim TRT de gençken çok iyi imkânlarla çalışma fırsatını bulduğum için, pek çok genç yönetmenin ilk işi hep benimle olmuştur. Ben proje tasarımı yaparken onlar yönetmenliğe adım atmışlardır. Gençlere sonsuz bir güvenim var ve çok iyi yönetmenler çıktığını düşünüyorum son yıllarda.

Son yıllarda senaryo konusunda Yıldırım Türker’le çalışıyorsunuz, şu anda ki
ekibinizin başında da Türker var.


Yo o şöyle. Ben hastalandığım zaman genç yazarla çalışıyordum. Bir de ben proje tasarımı
yaparken iki üç diziyi birden yapıyordum. Eski okuma alışkanlığımı yitirmiştim. Hastalığa
çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum. Ne kadar da olsa yıllar içinde siz kendinizi tekrar
etme tehlikesiyle karşı karşıyasınız. Bu kendime ve kabuğuma çekildiğim bir yıl geçirdim.
Müzik dinledim, kitap okudum ve bir yığın genç yazar satırlarıyla, hikâyeleriyle karşılaştım.
Beni de çok heyecanlandılar. Hepsiyle tek tek tanıştım toplantılar yaptık. Yıldırım Türker’le
daha önce diyalog yazarı olarak çalışmıştım. Bu son dizide senaryo danışmanı konumunda… Kayıp Şehir’de senaryo yazımında Murat Kulak, Seray Şahiner’le çalışıyoruz. Hatta bu dizi Murat’ın ilk senaryosu ve çok çok yetenekli bir yazar gerçekten. Diğer yazarlarla da önümüzdeki sezon projelerini hazırlıyoruz.

Şu anda kaç tane hazırlığı süren projeniz var?

Dizi olarak iki tane çok temel giden çalışma var. Birisi “3 İstanbul” ki, onu yapmayı çok
istiyorum. Yine “Hatırla Sevgili” gibi memleketin 3 dönemi. Abdülhamit dönemi, İttihat
Dönemi ve sonrada kalpaklılar. Çok önemli bir roman… O dönemi biraz aralamak istiyorum,
çünkü araştırdıkça ki bu gençliğimden beri böyle, tarihin bize yalan söylediğini görüyoruz. O
arayış, o gizler beni heyecanlandırıyor. Yüzleşme ve hesaplaşma da var tabii bunun içinde.

Daha önce yaptığınız film ve dizilerde çok tepki aldınız bu cesaret isteyen bir iş haline
dönüştü kanımca.


Tabi tabii tepki, tehdit her şey. Ama bence sanatçının hep bir söz söylemesi gerekiyor. Ben
şunu da yaşadım, sinemada sözünüz var ama televizyonda da olabiliyor.

Sanatçı söyleyebilmeli ki, toplum uyanmalı, siz bunu iyi işleyenlerdensiniz.

Çünkü iyi yazarlarla çalışıyorum.

Tevazu gösteriyorsunuz.

Sanatçının büyük ve önemli katkısı olduğunu düşünüyorum.

Proje tasarımı yaptığınızı söylediniz, bir dizinin hangi aşamalarını siz üstleniyorsunuz?

Kayıp Şehir’e kadar tüm projenin içerisinde oluyordum. Kayıp Şehir’de çok daha az
yoruyorum kendimi önce fikri buluyorum, sonra yazar grubunu kuruyorum. Zaten fikri
bulduğum andan itibaren o heyecan verici süreç başlıyor. İlk 13 bölüm mutlaka yazarlarla
çalışmaya katılıyorum. Sonra senaryoyu okudukça kendi fikrimi söylüyorum. Sonra kastı
kuruyorum, kast çalışmasını mutlaka ben kuruyorum. Montaj, müzik de proje tasarımına
dâhil.

Ekip arasındaki bağlaç diyebilir miyiz sizin için?

Evet, mekânların tasarımında mutlaka sanat yönetmeniyle beraber çalışıyorum, kostümlerde, kostüm tasarımcısıyla, aslında proje tasarımı işi farklı. Sinemada her şey yönetmenindir. Yani çektiğim sinema filmlerinde her şeyi yapan benimdir. Ama orada da çok iyi ekipler kurmaya özen gösteririm ve fikirleri çok kulak veririm. Tabii asıl olan benim kurduğum rüyadır, onun peşinden koşarım. Dizi de ise daha farklı bir yöntem var; dizi tamamen ekip işidir. Dizide kendimi en doğru bulduğum şey; hep ilkleri yapmaya çalıştım, tıpkı sinemada olduğu gibi. İl yapılanın peşinden koştum. İyi yazarından, iyi bir teknik ekibine kadar, iyi bir ekip oluşturarak yoluma devam ettim. Tabi proje tasarımı yapmanız için, mutlaka yönetmenlik süreci geçirmeniz gerekir. Çünkü bütün bu aşamalar zaten yönetmenin görevi gibi görünüyor. Ama dizide; mesela ben kesinlikle dizi çekemem. Ve iyi dizi çeken yönetmenlere de hayranım bu yüzden; çünkü ben bir hafta da 90 dakikalık bir iş çıkarmayı çok büyük bir yönetmenlik hüneri olarak görüyorum. Kıla takarım, tüye takarım, mükemmeliyetçi olmaya çabaladığım için, hep proje tasarım tarafını, yani kolay tarafını seçtim ben.

Aslında kolay dediğiniz, sizin için kolay. Yeteneklerinize uygun olduğu için kolay. Dizi
üzerinden gidersek, yaptığınız işte siz diziyi yaratmıyorsunuz; diziyi yaratacak süreci
yaratıyorsunuz, imkânları, kişileri, ekibi toparlıyorsunuz.


Evet, aynen öyle, benim bütün dizilerimde, yani içinde olduğum dizilerde takım oyunculuğu
vardır ve başrole dayalı dizi de yaptım; ama genel olarak baktığınız zaman kim başrol diye
sorgulayacağınız diziler oldular. Televizyonda özellikle yeni yüze çok inanıyorum. Hep aynı
oyuncuları izlerken çok sıkılıyorum, onun için seyirci olarak bakıyorum. Zaten yönetmenin ya da yapımcının temel görevlerinden biri oyuncu keşfi olduğunu düşünüyorum.

Sizin için sanatçı kâşifi diyebiliriz. Ekibinizde senaristleri seçiyorsunuz, yönetmenleri
seçiyorsunuz, ekranda yeni oyuncularla çalışıyorsunuz. Ekibinizde sürekli değişim
içerisinde.


Bilemiyorum. Aslında şimdi yeni ilgi alanım genç senaristler. Ekibimde gençlerle çalışmayı
seviyorum; gençlere önem veriyorum; çünkü gençler bizi tazeliyor. Mesela benim oğlumda
proje tasarımı yapıyor; ama benimle çalışmıyor, çalışmak istemiyor. Kendi projelerinin
peşinde koşuyor. Aslında bu benim hoşuma gidiyor. Hem yapımcı tarafında çalıştı, hem
yönetmen tarafında çalıştı, şimdi proje tasarımına başladı. Ama kendisi çekmek istiyor, genç olduğu için.

Benim merak ettiğim birkaç soru daha var. Bunlardan birincisi; üniversiteye başladınız, bir süre devam ettiniz, sonra bırakmayı düşündünüz, sonra babanızın size söylediği hangi söz ya da hangi davranış etkili oldu ki okulunuzu Türkiye’de bitirmeye karar verdiniz? Çünkü birçok insan çocuğuna bunu söyler ama söz dinletemez, neydi o tılsımlı söz?

Ben üniversiteye Londra da devam etmek istedim, sinema okumak istedim. Yani sıfırdayım.
Hacettepe’de 2. Sınıftaydım, babam “ben seniz yaşayamam” diye mektup yazdı. Sadece
budur. Fark ettim ki ben de babamsız yaşayamam. “Burayı bitir, sonra oraya git istediğini yap ya da İtalya’ya git istersen” dedi. Bence babam her zaman olduğu gibi beni çok özgür bırakıp, kontrol etmiş aslında. Bunu sonradan anlıyorsunuz. Gerçekten üstümde hiçbir baskısı olmadan tüm arkadaşlarımı tanırdı, özel yemekler yapardı annemle beraber. Yani benim dünyamın içine girmiş ziyadesiyle. Yani o benim 18 yaşında yurt dışında yaşamamı istemedi bence. Daha erken buldu, aynı şeyi bende oğluma yaptım, okul burası dedim. İtalya’da bu öğreneceğin set deneyimlerini bu kadar hızla öğrenemezsin dedim.

Genç yaşta evlendiniz eşinizle, genç yaşınızda hamile kaldınız. 1980 de çocuğunuzu
aldınız kucağınıza. Hem 12 Eylül öncesi anarşist duruşunuz var hem de devrimci
duyarlılığınız var. Bana o günlerdeki hislerinizi biraz anlatabilecek misiniz?


Ilgaz; 9 Eylül doğumlu, 3 gün sonra 12 Eylül oldu, gece yarısı. Çok iyi hatırlıyorum; Esat
caddesinde oturuyorduk, Ilgaz’a süt verirken silah sesleri duyduk. Ilgaz kucağımda pencereye yaklaştım ve iki dev-gençli evimizin önünde vuruldu. Ve Ilgaz’a çok sıkı sarıldığımı hatırlıyorum; ya onlardan biri olsaydı Ilgaz ki ben onlardan biriydim birkaç yıl önce. Anne bencilliği orada başlıyor.

Anne duyarlılığı da diyebiliriz.

Ben ona anne bencilliği diyorum ve çok korktum o duygularımdan. Onun üzerinde hiçbir
ipotek kurmadım. Ebeveynin çocuktan çok beklentisi olur, hiç ona belli etmedim, ama şunu
da yapmadım. Mesela ilk reklam filmini çekmişti, çok çok beğendim, ona söylemedim. Güzel olmuş dedim sadece. Ama tabii ki oğlum çok büyük aşkım benim.

Ankara’da yaşıyordunuz, TRT de çalışıyordunuz, eşinizde TRT’deydi, Ilgaz büyürken
kimlerle büyüdü, yuvaya mı gitti, bakıcı ablaları mı oldu, o süreç geçti?


İkisi birden oldu. “Kantodan Tango’yu çektiğim zaman 25 yaşındaydım, Ilgaz çok küçüktü ve
çok özledim onu, asistanım gitti ve trenle aldı getirdi. Kamera asistanlarıyla, şaryonun
üzerinde uyuttuğumuzu hatırlıyorum.

Benim çocuklarımda kanalda, gazetede, daktilonun üzerinde oynayarak büyüdüler.
Böyle bir camianın içerisinde sizin çocuğunuzun da farklı bir meslekten olması mümkün değildi gibi geliyor bana.


Yani belki olabilirdi. Ankaralı, üniversiteden arkadaşlarım çok kızıyorlar, çünkü onların
çocuklarının da hepsi sinemacı oldu. Böyle bir etkileşim oldu. Çünkü Ankara’da yönetmenlik
ve sinema çok bilinen, rastlanan bir şey değildi. Şimdi bakıyorum hepsi kendi branşlarında
başarılı gençler oldular.

Kendi yaptığınız filmlerin, ya da projelerin arasında ayrım yapabiliyor musunuz? Ben
bunu çok iyi yaptım, bunu beğendim, şunu beğenmedim dediğiniz oluyor mu?


Hiçbirini beğenmiyorum. Bir tek “Yaz Yağmuru’nda dedenin ölüm sahnesini beğeniyorum,
onu iyi çektiğimi düşünüyorum. Onun dışında hiçbiri. Geceleri hayal kuruyorsunuz siz ve
onun perdede yansımasını görüyorsunuz. Ve bazen hayallerinizle, perdedeki yansıma aynı
olmuyor. Mesela ben “Güz Sancısı’yla çok acı çektim. Yani ilk Etyen’le çalıştığımız 9 yıllık
senaryoyu çekemedim ekonomik nedenlerle ve kendi hayallerime ilk kez ihanet ettim Güz
Sancısı’nda. Yurt dışında, filan çok beğenildi; ama ben biliyorum, Güz Sancısı çok daha iyi
olabilirdi. Bunu da çok samimi söylüyorum, tevazu falan göstermiyorum. Ben Türkiye’nin
dahi yönetmenini henüz çıkarmamış olduğunu düşünüyorum. Yani izlediğim filmlerde beni
çok heyecanlandıran, Zeki’nin filmleri var, Nuri Bilge’nin, Reha Erdem’in ama yine de
hepimiz, hep bir şeylerin, sinema dâhilerinin gerisindeyiz.

Dünyada bunun için en iyi yönetmen diyebileceğiniz veya verebileceğiniz isim var mı?

Yok, ama benim en çok etkilendiğim yönetmen; Ettore Scola’dır. Scola beni ne açıdan
etkiledi, siyasetle, estetiği buluşturan bir yönetmen ve hala üzerimdeki etkisi çok büyük.

Türkiyede de siz bunu yapıyorsunuz.

Evet, ama o çok daha iyi bir yönetmen.

Şartlar diyebiliriz, yani dünya sinemasıyla Türk sinemasının sosyal ve ekonomik
koşulları çok farklı.


Yani tabii ki çok büyük imkânlarla çalışıyorlar; yani Avrupa kaynaklı ya da Amerika
kaynaklı, biz de çekilen bağımsız filmlerin ekonomik olarak bile çok farkı var. Avrupa’nın ya
da Amerika’nın bağımsız filmi, bizim en yüksek bütçeli filmimiz gibi oluyor nerdeyse.
“Salkım Hanımın Taneleri’ndeki Kamuran Bey’in karlardaki ölümünü severim mesela orada
biraz Yılmaz Güney etkisi var dediler; ama ben onu seyrettikten sonra fark ettim, mutlaka
vardır. Bu arada Türk sinemasında en sevdiğim yönetmen hala Yılmaz Güney.

Okumayı çok seven ve çok okuyan bir insan olarak, bu kadar koşuşturmanın arasında kitap okumaya fırsat buluyor musunuz?

Son 3-4 aydır bulamıyorum. En son Bedia Ceylan Güzelce’nin Kirpi’sini okudum. O da
önümüzdeki sene çalışacağım yazarlardan. Onun dışında yine yavaşladı okumam, dönmem lazım okumalara; çünkü okumadan kendinizi yenileyemezsiniz, geliştiremezsiniz.

Ilgaz’la ilişkilerinize döneceğim, Ilgaz’ın öğrencilik yılları nasıl geçti?

Odtü Kolejini bitirdi Ilgaz, sonra Bilgi Üniversitesi’nde sinema okudu. Nefret ederek okudu.
Çünkü o set kokusunu iyi bildiği için; ‘’Ben niye okuyorum?’’ dedi. Ne kadar gerekli
olduğunu anlatmak da, mücadele etmek de gerekti. Yaratıcılığın gerçekten doğuştan geldiğine inanıyorum, ama çalışkanlığınızı da buna ekleyerek. Bir de çalışkan olmayan bir yaratıcılığın, üretkenliğe dönüşmediği zamanda insanı gerileteceğine inanıyorum. Sevdiği hocaları oldu, nefret ettiği hocaları oldu okul süresince. Okula başladığının ilk yılı, hatta hala Tomris Giritlioğlu’nun oğlu olma sıfatından hiç hoşlanmaz. İlk yıl okulda bunu yaşadı, ikinci yıl ilk kısa filmini çekti ve çok beğenildi. Hatta birkaç hocası sen annenden daha iyisin demiş, o andan itibaren benimle mesleki uzlaşması başladı. Beni çok sevdiğini ve gurur duyduğunu biliyorum.

Bunu dile getiriyor mu?

Getiriyor. Her zaman değil; ama genel olarak getiriyor.

Çünkü ünlü annelerin çocuklarında bu ifade edilemeyebiliyor.

Ilgaz’ın babası da çok baskın bir kişilik, çok cesur bir kişilik… Onun için bence onun hayatta
rolü çok zordu, bence iyi atlatıyor, öyle umuyorum yani.

Bu kadar zamandır sinemanın içerisindesiniz, sinema filmleri dizler yapıyor
yönetiyorsunuz ve projelendiriyorsunuz, risk alıyorsunuz. Dışarıdan bakıldığında bu
işlerin hiç de kolay olmadığı hatta çok meşakkatli bir iş olduğu bilinmez, sadece çok
para kazanıldığı düşünülür. İşin geçek yanı zorlukları ne yazık ki bilinmez. Bu
oyuncular içinde böyledir, yapımcı içinde böyledir. Sizin ekonomik durumunuz
nasıldır?


Ben mesela bunu yaşadım. “Kasaba” ve “Bu Kalp Seni Unutur mu” dizilerinde ciddi zarar
ettim. Ekonomik olarak güçlü bir şirket değilseniz bu vergi sistemlerini, KDV uygulamalarını
iyi bilmiyorsanız çok katlanıyor zararınız. Yapımcılıkta biz kar etmeyi beceremedik. Mesela
biz Kadıköy iskelesini bir sahne için plato olarak kurduk. Yapım şirketi yönetmenlerden
oluştuğu zaman böyle bir sorun yaşıyorsunuz. Mesela Adam filmi de bu yüzden kar edemiyor çünkü kısıtlamayı beceremiyoruz. Yapımcı kafası başka bir kafa başka bir mantık… Yapımcı kafasında olabilmeyi bundan sonra becerebileceğimi hiç düşünmüyorum. Hala kirada oturduğumu söylemem yeterli olur herhalde.

Bir gazeteci genç röportaja gelmişti, çok tatlı sevimli bir çocuktu; “Şöhret yaptığınız
oyuncuların arabaları, evleri filan var, sizin neyiniz var?” dedi. Megan arabam vardı onu da
Şükrü Avşar almıştı dedim. Şükrü bey’i de çok severim. İnanmamış çıkarken bekçiye sormuş, burada kiracı olarak mı oturuyor diye. Sonra Şükrü Bey’i aramış. Şükrü Beyde ‘Onunla para bir araya gelemez’ demiş. Haklı çıktı yani.

Sizce bunun nedeni nedir? Bu diziler çalışanlara bu kadar para kazandırırken size
kazandırmamış olması!


Yo yanlış anlaşılma olmasın ben para kazandım. Dizilerden batınca oraya aktarmak
durumunda kaldım. Ama benim için hiçbir önemi yok. Genel olarak hep istediğim işleri
yaptım. Bu son yaptığım Projeyi de “Kayıp Şehir’i de çok büyük keyifle yaptım. Pek çok yeni
oyuncu var bu projede. Gençler özellikle hepsi yeni. Nerdeyse Gökçe dışındakileri ve Metin
dışındakilerin hepsini sayabiliriz.

Bu diziye kadar usta oyuncu Ahmet Mekin unutulmuştu yeniden ekranda görmek bizi
sevindirdi.


Çok tatlı bir insan, O da benim hatırım için kabul etti zaten. Kaçıyordu bütün tekliflerden ben
yakaladığımda hiç bırakmam.

Bu rol Ahmet Mekin’de çok şık durdu…

Çok çok… Yüzüyle oynuyor… Benim hatırım için kabul etti teklifi, kaçıyordu bütün
tekliflerden. Ben yakaladım mı hiç bırakmam. Yeşilçam terbiyesi almış oyuncularla çalışmayı
çok seviyorum. Onlar çok şey öğretiyor bize. Özellikle setteki gençlere… Bir kere çok
sabırlılar, saygılılar ve bizden çok da saygı görüyorlar ama o ahlak başka bir sinema ahlakı
gerçekten.

Yeni oyuncular kazandırırken dizi ve sinema camiasına bir daha çalışmam artık
dediğiniz oyuncular arasında oldu mu? Birçoğu meşhur oldu, şöhreti sindirebildiler mi? Sizin dışınızdaki yapımlardan kapıları açıldı, farklı karakterleri canlandırmaya
başladılar. Bu dizide veya şu filmde oynamak istiyorum şeklinde sorular alıyor
musunuz?


Tuğba ilk kez benim dışımda bir projede yer alıyor. Bence de farklı bir rol oynamak istiyordu
bir de benim elimde Tuğba’ya uygun proje olsaydı hastalık sonrası mutlaka çalışırdım. Bir de ben onların başka insanlarla çalışmasına çok olumlu bakıyorum. Başka yapımcılarla başka projelerde çalışmalarını önemsiyorum. Siz bir insana katkıda bulunuyorsanız o da size katkıda bulunuyor. Sadece şu var ben diğer yapımcılara nazaran çok cesur davrandım. Daha birkaç yıl önce yeni yüz arayışı başladı. Bu da bana sevgili Okan Uysaler’den bir mirastır. Okan Uysaler’i çok tanıyan genç yok maalesef ama benim çok sevdiğim takdir ettiğim bir yönetmendi. TRT’de çok dizi çekti ama her çektiği dizi bir sinema filmiydi. Okan benden 15 yaş büyüktü ki ben 3. Kuşağım. Okan benim küçük bir babam gibiydi. Daha genç bir baba, bir oğul gibiydi benim için ve çok genç kaybettik Okan’ı. O hayatımın en büyük ilk acısıdır. Hala Okan’ı düşünmeden geçirdiğim bir günüm yok. Oğlu bana hala diyor… Okan tam bir oyuncu avcısıydı. Onun da çok ortaya çıkardığı oyuncular var kendi kuşağından. Zuhal Olcay bunların en önemlilerinden birisidir. Haluk Bilginer’i Londra’dan getirtmiştir. Onun yanında tiyatro tekstlerini alırdı Okan okurdu ve tiyatroya provalara giderdi galiba ben bu oyuncu avcılığını Okan’dan öğrendim ve geliştirdim. Öyle zannediyorum. Çünkü, iyi cast yapmak için sezgilerinizin çok iyi olması gerekiyor. Okan sezgileri çok güçlü biriydi. “İşte bu” derdi, ben de kendimi başarılı bulduğum tek nokta budur derim, genel olarak yanılmıyorum.

Yaptığınız projeden sonra birlikte çalışmam dediğiniz biri oldu mu diye sormuştum.
Tılsımlı bir eliniz var sanki kimle çalıştıysanız şöhreti yakaladı çünkü.


Ha evet, düşündüm de yok. Belki bu kadınla bir daha çalışmam diyen olmuştur aralarında
ama ben hiç hatırlamıyorum bir daha bununla çalışmam dediğimi. Bazı oyuncular çok kırgın
bana nedeni iki tane çok önemli projede çalışmışım sonra çalışmamışım. Çünkü sonrasında
onlar için işte o diyeceğim bir rol olmamıştır, oturtamamışımdır. Benim için evet bu olmazsa
olmaz duygusu çok önemli. Bir de artık çok ışıltılı ve star ışıltısı var demeye başladım ben de sevmesem de bu özcüğü.

Popüler kültürden sizde etkilendiniz mi?

Galiba.

İstanbul’a taşınma kararını nasıl ve ne zaman verdiniz?

Özel kanallara dizi yaparak, film için para biriktirmeye karar verdim. Gişe için garantisi
olmayan iş yaptığınız da para bulmanız çok zor oluyor. Onun içinde özel kanallardaki dizi
serüvenimde öylece başlamış oldu. Onun içinde İstanbul’a taşınmam gerekti ve taşındım.

Peki, gişe için film yapmaya çalışmak sizi üzüyor mu?

Yani öyle gişe filmi yapmayı becerebilen bir yönetmen olmadım hiç. Ama biraz bunu
kırdığım “Salkım Hanımın Taneleri” ve “Güz Sancısı’dır. Güz Sancısı 800 bin yaptı, diğeri de
600 bin yaptı. Yani Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik’i girmeseydi belki devam edecekti daha, ama onu da Özen Film yaptığı için biz en iyi sinemalardan çekildik. Yani seyirci hiç
umurumda değildi, yani öyle bir sorumluluk duygum yoktu. Yaz Yağmur’unu ilk gittiğim
zaman sinemada 3 kişi vardı salonda Ve oradan çıktığımda karar verdim bu iş böyle olmaz
dedim ki “Yaz Yağmur’u yurt dışından gelen eleştirmenler gurubu tarafından son 20 yılın en
iyi 8 filmi arasında seçildi. Çünkü sinema seyircilik bir sanat ve beni bağımsız sinemacılardanayıran önemli bir nokta burası… Onları çok takdir ediyorum yaptıkları işleri büyük bir keyifle-izliyorum. Ama seyirciyle rüyalarımı paylaşmak istedim ben. O yüzden de dizi işi bu kadar önemli olmaya başladı. Çünkü o kadar gayret ettiğim Salkım Hanımla 800 bin yaptım ben. Diziyle zaten bir bölümde 800 bine ulaşıyorsunuz, tirajı çok yüksek yani. Ne yazık ki yönetmen olarak ağırlığım dizilerle bilinmeye başlandı.

Geçmişte yaşasaydınız kim olarak yaşamak isterdiniz?

Jan Dark… Aslında Tomris kadın savaşçı demek, Amazonların kraliçesinin adı… Ondan
biraz genlerime geçmiş galiba diyorum. Manasız bir cesaretim var hayatta. Bunun çok
yararını da gördüm zararını da. Ama ilk aklıma Jan Dark geldi. Ya da ne bileyim çok iyi bir
romancı yazar olmak isterdim. Neyse bir daha ki sefere...

Türkiye’nin sanat dünyasına baktığımızda çok önemli kadın romancı, yazar, ressama
rastlamıyoruz yakın döneme kadar, sizce bunun nedeni nedir?


Aslında var. 3 İstanbul’da işliyorum bu konuyu. Osmanlı kadın hareketi şu andaki kadın
hareketinden çok daha tutarlı ve güçlü… Ama bunu ben 3 İstanbul araştırmasında öğrendim. Kadın ressamımız Mihri Müşfik hayranıydım, zaten dizi de öyle başlıyor. II. Abdülhamit’in tablosunu yaparken ve gene Osmanlı döneminde kadınlar erkek kıyafetiyle çalışıyormuş. Bu acayip sinematografik bir şey... Senaryoda bir yığın ilham kaynağı oldu bize.

Yeni bir derya bulmuş gibisiniz!

Evet, evet her yeni proje insanı geliştiriyor, insanı yeniliyor, yeni bir şeylerle
karşılaşıyorsunuz ve hala ülkenizi tanımamışsınız bunu keşfediyorsunuz. Tarihi hala
bilmediğinizi görüyorsunuz. Onca gençlik okumalarınıza rağmen… Bir de sinema filmi
olarak bir yıla kadar inşallah başlayacağım Madımak’ı çekmek istiyorum.

O günleri yaşadık zor günlerdi, Madımak’ı sizin gözünüzden izleyecek olmak şimdiden beni heyecanlandırdı.

Çok zor bir proje ama yapacağım, çok bilinmeyen var ve yapmayı çok istiyorum.

Gelecekte yaşayabilseydiniz, böyle bir şansınız olsaydı yine Tomris Giritlioğlu olarak
yaşamak ister miydiniz?


Ben hastalandığımı öğrenince babamın bana söylediği bir şeyi oğluma söyledim. Bana bir şey olursa hiç üzülme dedim. Çünkü ben hep istediğim şeyleri yaptım ki bu çok önemli. Hayli genç yaşımdan itibaren yaptım. Tomris Giritlioğlu olarak yeniden dünyaya gelmek istemem tabii, ama mücadeleci bir kadın olarak gelmek isterim hayata.


Kendisini yazarak daha iyi ifade ettiğini söylese de Tomris Giritlioğlu’nu tanımaktan ve
röportajdan büyük keyif aldım. Tomris Giritlioğlu gibi devrimci, mücadeleci, sağduyu sahibi
bir kadın bu kitapta olmasaydı kitap eksik kalırdı. Teşekkürler…

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum