Hatice ÖZBAY

Hatice ÖZBAY

[email protected]

O bir Derya,

23 Ekim 2018 - 20:55 - Güncelleme: 03 Mayıs 2021 - 00:19

Derya Sayın

Bir insana ismi bu kadar yakışabilirdi, ya da bir insan ismini bu kadar güzel taşıyabilirdi. Derya: Farsça bir kelime ve anlamı; çok bilgili, engin kimse…  Derya Sayın bu anlamlı ismi;  kısa ama dolu dolu yaşamı boyunca iyi taşıyan ve anlamını da ortaya çıkardığı eserleri ile kanıtlayan muhalif, derviş.

TÜM FOTOĞRAFLAR İÇİN FOTOĞRAFA TIKLAYIN

Onun ardından yazılanları okumaya çalıştım, ardından anlatılanları da can kulağı ile dinlemeye. Bir şekilde dokunduğu herkes Derya’da kendi gördüğünü yazdı ve yaşadıklarını anlattı.  Bunların içlerinde en ufak serzeniş ve kötü TEK bir cümle yok. Olmazdı, olamazdı da. O kimseyi bilerek, isteyerek asla incitmezdi naifliğinden.

Kimi çizgilerini, karikatürcülüğünü, kimi sanatını icra edişini, kimisi arkadaşlığını dostluğunu yazarken ortak fikir; anarşist olduğu, naif olduğu, muhalif olduğu, entelektüel olduğu, esprileri ile güldürürken düşündürdüğü idi.  Üzerinde yine hem fikir olunanlarsa; iyi çizdiği, dünyayı, ülkeyi yakından takip edebildiği, onlarca dergi ve gazetede çalıştığı, binlerce eser verdiği, gençlerin kalbine dokunduğu, 90’lı yılların en çok takip edilen ve iz bırakan karikatürcü abisi olduğu ve en önemlisi de, insan olduğu gerçeğiydi…

TÜM FOTOĞRAFLAR İÇİN FOTOĞRAFA TIKLAYIN

Biz, Derya ile çok zaman geçirdik, kimi zaman Beyoğlu’nun az girilen ara sokaklarında, kimi zaman Cihangir sokaklarında hani “dili olsa da” deriz ya öylesinden… Hatta Roma Merdivenleri’nden boğazı seyretmeye doyamazdık, ellerimizde ya bira şişesi, ya dondurma, ya da kabak çekirdeklerimizle…  Tarihi yarımadaya bakar Ayasofya’nın tarihine değinir, Sofya’nın “kutsal bilgelik” anlamına geldiğinden, hatta bu ismin tesadüfen değil çok düşünülerek verildiğini konuşur, devamında gerçek mimariden, bir daha o büyüklükte yapılamayan kubbelerin güzelliğinden, yıllar ile depremlere meydan okuyan yapıları ve hala onları seyredebiliyor olmanın şanslı kişileri olduğumuzu düşünür ve beş para etmeyen günümüz mimarisinden dem vurur, içmek için kendimize nedenler oluştururduk…

Karaköy rıhtımına yanaşan o büyük transatlantiklere bakar, içinde yaşananlar ile ilgili tahminlerde bulunurdu. Karikatürlerine konuları gerçek hayatın tam içinden imbikten geçirir gibi süzerdi. “Şimdi orada öpüşüp, sevişenler de vardır. Belki de hayatının son deminde dünyaya açılmak istemiş olanlar da. Paraları çok olanlar kumar masalarının etrafına dizilip poker oynuyor büyük paralar sürüyorlardır… Acaba orada kavga edenler var mıdır? Kaç hayat sığar bu gemilere? Beyoğlu’ndaki gibi; kız araklamak isteyen erkekler briyantinli midir ki? Zengin koca bulmak isteyen dar paçalı pantolon, mini etek giyen yüzlerinde tonla makyajlı avcı kızlardan var mıdır, varsa kaç tane vardır bu gemide? Uzar uzar uzardı sorularımız ve cevaplarına birlikte gülerdik henüz çizilmeden.

Kimi zaman birimizin evinde ki çoğunlukla benim evimde sohbetlere dalardık her konuda. Sohbetlerimiz akar akar akardı gecelere karışır, sabahlara taşardı yaklaşık dört yıl önce kalp krizi geçirip, kalp damarlarındaki tıkanıklık teşhisi konana dek. O teşhis konduğunda, yoruluyordu artık, uzun süre oturmaktan, dipsiz içmekten. Uzanmak ve dinlenmek istiyor, eskisi gibi alkol alamıyordu. Uzun çalışma gecelerinde artık çay demliyordum, ısırgan otunun hücreleri yenilediğini Derya’ya söyledikten sonra bir süre ısırgan çayı içme bağımlılığımız bile oldu. Leman’a iş yetiştirilen o Pazar geceleri Scanner’i olmadığından elden teslim edilirdi çizimler, önceleri İtalyan Yokuşu’ndaki Mavi binaya, sonrasında İstiklal Caddesi’ndeki Leman Kültür’ün üst katına gidilirdi.   

Dünyayı değiştirirdi bir gecede olmadık renklere boyar, kimi zaman morcivert, kimi zaman kırmızısı bol olanından orange olsun dünya ister, hatta yeşilin en cırtlağına boyamak isterdi. Savaşlar olmazsa, barışa gerek de olmaz der, duruma karşı çıkar, savaşları durdur, çocukları büyütür, ölmelerine engel olan hislerimizi ve sözlerimizi çarpıştırırdık çalışma masalarımızda.

Son yıllarda artan evliliklere nazaran boşanma oranlarının büyüklüğünü konuşur sonrasında da Derya hiç evlenmemiş olduğu için “Oh iyi ki evlenme ve boşanma ritüellerinden uzak durdum” der (O bilindik tavrı ile) kafasını geriye atıp, sesine tokluk vererek şen kahkahasını atar, bense “boşanmalarım şerefine” deyince kadehlerimizi kaldırır halimize gülerdik. Derya çocuklarımın hepsine dokundu ve Derya abisi oldu hepsinin, ayrı ayrı anıları var anlatılacak.  

Nazım Hikmet’i anar, Ahmet Arif şiirleri okur, ara ara Attila İlhan şiirlerini dinlerdik youtube’dan. Can babanın, Cemal Süreyya’nın şiirleri çok zaman fon sesimiz olmuştur demlenirken yavaş yavaş. Pablo Neruda ve Konstantinos Kavafis’in dizeleriyle de karikatürlerini beslemiştir.

Zaman zaman birbirimize gençlik yıllarımızı anlatır Joan Baez’dan “No Woman No Cray”, “Donna Donna” ile Beatles’dan “Yesterday” öncelikli diğer parçalarını da dinlerdik.

Derya 45 yaşında ve koğuşun en yaşlısı olarak, bedelli olarak Sivas Temeltepe’de yaptı askerliğini. Biricik ağabeysi (rahmetli) Deniz Sayın ödemişti 15 milyon Lirayı ve kendini asker gibi değil de, o 28 günde General gibi hissettiğini anlatmıştı. Ayağına bol gelen ve yara yapan postalları ile birkaç beden büyük gelen parkasını hiçe sayarak… Tam 1 hafta boyunca tuvalete çıkamadığını kabız olduğunu da eklemişti gülerek. Cihangir hattından, Sivas Temeltepe’ye gidip, geçirdiği 28 gün içinde unutamadığı anı olarak ilk; Serdar Ortaç’ın kalabalıkta yatamadığını sebep göstererek psikiyatri raporu alıp ayrı oda tahsis edilmesini ve askerliğin hakkını vermediğini sözlerine eklemişti. Sonrasında küfürbaz astsubayın 18 ay askerlik edenlere davranışlarını hiç ama hiç kabul edilebilir olmadığını, köpek gibi süründürdüğünü, sonra takla attırıp atamayanlara küfür edişlerini, emirlerine itaat etmeyenlere hakaret edişlerini unutamadığını “Ben yaştan ve sanatımdan yırttım küfürlerden” diye anlattı biraz hüzün, biraz serzeniş ve birazcıkta yırtmış olmanın rahatlığıyla.  

Okuduğumuz kitapları birbirimize anlatırdık ki; Derya çok okuyanlardandı. Işıklara karışmadan 2 gün önceydi, 28 Eylül gecesi mesajlaştığımızda; Orhan Pamuk’un kitabını indirmiş bilgisayarına onu okuduğunu yazmıştı. Hangi kitabı diye sordum, son kitabı “Kafamda bir Tuhaflık” dedi. “Ne güzel okuyabiliyorsan” demiştim. Cevabı ise: “Kafam dağılıyor, vakit geçiyor, ilgimi çekiyor bırakamıyor insan, yetenekli bir yazar” olmuştu.

O gün sabahlayacaktı, çünkü sabah kan vermeye gidecekti. Son yılların illeti Akciğer Kanserine karşı mücadele veriyordu, son kemoterapileriydi ve 3 gün sürecekti. Bu melun hastalığa yakalandığında en büyük yardımcısı biricik yeğeni Gizem (Sayın) oldu. Gizem işlerinin elverdiği sürece ve hatta her fırsatta soluğu biricik amcacığının yanında alıyordu. Salı, Çarşamba Kemo’ya gitti ve gidemediği Perşembe “Kemo’su” onu bizden alan sabah oldu. Alt komşusu ile üst kat komşuları Nihan ve Nagehan (Güven) kardeşlerin yardımlarına, 112’yi aramalarına rağmen geç gelen ve içinde doktor olmayan ambulans ile o sabah şaka ile başladı ve bu şaka Derya’nın son şakasıydı. Emine’nin (Umar) deyimiyle “Her şeyi erkene alan arkadaşımız ölümü de erkene aldı.”

En çok papatya ve kasımpatıları severdi çiçeklerden. Yine sonbahar geldi ve bu yıl kasımpatıları biz sana getireceğiz Derya, ebedi istirahatgahına dikeceğiz.  

Dondurma yemeye bayılırdı, meyvelisinden hele hele kavunlu dondurma bulduk mu çocuklar gibi sevinirdi. Birkaç yıl önce Cihangir’de Elvan Pastanesi’nin yanında bir dondurmacı açılmıştı “Mui” idi adı sanırım orada vardı kavunlu dondurma ve aramıyorduk artık, Cihangir’deki dükkan kapanana dek de Derya kavunlu dondurmasını hep yedi.

Çok iştahlı değildi Kanser tedavisi görene dek ama Neşe’nin (Cehiz) pişirdiği balıkları ve fesleğenli makarnasını, benim yaptığım değişik börekleri yemeyi severdi. Balık ve balık mevsimi dendiğinde aklına gelen ilk isim Neşe olurdu. Böreklerden en çok peynirliyi sevse de sebzeli börekleri de yerdi ama mantarlı böreği asla es geçemezdi. “Bugün cebim kabarık Leman’dan 100’lük geldi, mantarla yufka dışında ne alıp sana gelsem börek yapar mısın” demesini özleyeceğim.

Öyle giyimle kuşamla ilgisi yoktu içinde rahat ettiği, kendisine yakıştığını düşündüğü, bir kazak bir pantolon ve mont adam olana yeterdi. Ayağında sağlam bir ayakkabısı varsa ikincisine gerek yoktu. Takım elbise giymeyi hiç ama hiç sevmedi. Çok mecbur kaldığında ki Giresun’a kendi sergisinin açılışına gidecekken bir takım elbise uydurduk bir yerlerden, içine de gömlek almıştık Beyoğlu Pasajı’ndan, sonrasında içine sinmemiş ve gömlek giymeyi reddedip, siyah boğazlı kazak giymişti takım elbisenin içine.

Derya sadece karikatürist değildi, iyi bir ressamdı da.  Son nefesine dek kitap kapakları, portreler ve sulu boya resimler yaptı. En son Arton Boyacıyan’ın “Yeter” isimli parçasına yaptığı klip çizimlerinden 400 TL aldığında zengin olduğunu söyleyecek kadar gönlü tok arkadaşımız, az kazanıyordu. Özünde sigortasız çalıştığı (emekçi dostu) dergilerden aldığı ücretler ev kirasına bile yetmiyordu ama o bunu en yakınındakine bile hissettirmiyordu.

Daha önceki yıllarda çınar yaprağı toplardık sonbahar aylarında, yaprakları kurutur defter arasında kırılmasını önlerdik, Derya o yaprakların üzerine oya işi İstanbul kesitleri çizerdi. Uzunca bir süre yaptığı resimleri magnet yapması için Sıraselviler Caddesi paralelinde Çiçek Bar’ın bitişiğinde hediyelik eşya dükkânı olan Giresunlu Mennan Ağabeye götürürdü. Satılan küçük tablolar ve magnetlerden gelen para ile de geçinmeye çalışırdı. Bir ara Neşe’nin yazdığı senaryolara replikler de yazdı. Hatta ismini şimdi hatırlamadığım Emine’nin (Umar) kesin bildiği bir dizide kısacık, konuşmadan oturan bir rol bile almıştı. Bir köşe de boş boş çizermiş gibi oturmaktan sıkıldığından rol için aldığı para umurunda olmamış ve diziyi bırakmıştı. Çok daha önceki yıllarda Sinem’in (Göçmener) içini boşaltıp tutkal koyduğu yumurtaları Derya’nın boyayıp, Sinem’in satmışlıkları bile var ev kirası ödemek için.  

Ölümün yakışmadığı arkadaşımızı, çok sevdiği Cihangir’de Firuzağa Camisinden uğurladık son yolculuğuna. “Bu merasimi kendisi görseydi mutlaka çizerdi” dediğimiz bir kedi vardı tabutun önünde biricik yeğeni Deniz ile oynayan. Bir de tanımadığımız elinde yarım simit, bir Ice Tea ve tespih ile oturup ağlayan insan. Karikatürlerine konu ettiği Fındıkkale Turizm çelenk göndermişti, hassasiyetlerini ve unutmadıklarını gösterircesine büyük ve sarı olanından. Ölüm yakışmadı ama bari uğurlama yakışsın istedik, yapıtlarından seçki oluşturduk ve genç arkadaşlarımız astı tahta mandallarla gerilen iplere. Bu süreçte tüm emeği geçen Nihan, Nagehan, Nazlı, Erdinç, Sinem, Alemdar ve isimlerini unuttuklarıma da teşekkürlerimle…

Sadece “Derya Kuzuları” öksüz kalmadı bu erken gidişinle sevgili Derya Sayın…. Şimdi Karadeniz Kıyısı İstanbul’un ender yeşillikleri arasında Kilyos’ta yatıyor oradan bize bakıyor mudur acaba?

Hatice Özbay  / [email protected]

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum