Şeb-i Arus bilindiği gibi Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin öldüğü gecedir. 17 Aralık tarihlerine denk gelen haftalarda başta Rumi’nin öldüğü şehir olan Konya olmak üzere ülkenin bir çok yerinde yapılan kutlamalara halk arasında Şeb-i Arus denmektedir.
Şeb-i Arus haftası bitmeden 2007 yılında yapmış olduğum bir söyleşiyi yeniden paylaşmak istedim.
Devrimci kadınlar olarak iki dostumu bir araya getirerek Mistisizm’i nasıl yorumladıklarını, farklı veya ortak bakış açılarını için söyleştik.
Mistisizm sır ve giz anlamına gelse de, inançların ve dinlerin manevi yönlerini ifade etmektir. Tasavvuf veya sufizim İslam dinine özgü bir terimdir.
Dinlerin bir egzoterik birde ezoterik yanlarının olduğu bilinmektedir. Mistisizm ve tasavvuf bu ezoterik yanla ilgili öğretirlerdir.
Devrimci kadınların mistisizm yorumlaması
Söyleşi: Hatice Özbay, Yeni Harman, Mayıs 2007
Ressam Gülsün Erbil ve Şair Yelda Karataş
mistizmi nasıl yorumladılar…
Ressam Gülsün Erbil ve Şair Yelda Karataş ile mistisizmi nasıl yorumladıklarını konuştuk. Bu iki kadın sanatçının ortak yanı mistisizmi sanatlarında icra etmeleri ve konularında ilk olmaları.
Mistik sözcüğünün temeli sırdır.
Bu sözcüğün kökü Yunanca’da dudakları yada gözleri kapamak anlamına gelir. Mistik kişi ise, sırları bilen, gizemlere vakıf olmuş kişidir.
Türk modern resim sanatçılarından Gülsün Erbil yapıtlarında sarmallar, girdaplar, hortumlar aracılığıyla, “gizemli yolun” taklit edilemez heyecanını ustaca aktarmıştır. New York Üniversitesi Prof. Talat S. Halman, Gülsün Erbil için, “Anadolu’nun önde gelen mistiklerinden Mevlana Celaleddin Rumi’nin gönlünde yaratmış olduğu - ve yüzyıllara yaydığı - aşk ikliminin sadık müritlerindendir. Erbil’in yapıtlarına tek tek derinlemesine bakın. Her biri, bir görsel maceraya davettir. Dahası her birinde bir “gözden - öte”lik, benden - öte”lik vardır. Birer göz aldatmacası değil, birer hayal üreticisidir bunlar.” Diyor.
Ressam Gülsün Erbil 1978’den bu yana resimlerinde mistik sarmalları konu ederken, Şair Yelda Karataş ise Türkiye’de ilk, belki de dünyada ilk kez Mevlana ve Şems Tebriz-i ile mistisizmi konu eden şiirler yazıp, bunu da “Bir Kadının Kaleminden Şems ve Mevlana,” isimli kitap olarak Alfa Yayınları’ndan yayımlandı. İlk şiir kitabı, Ürperme ile Orhon Murat Arıburnu, ikinci kitabı Alacaydınlık ile Dünya Globus Ödülü’nü kazandı. Üçüncü kitabı Enel Aşk, Okuyanus Yayınları’ndan çıktı. 2007 yılı başında diğer ödüllerine iki ödül daha ekledi. 2007, 10. Mainchi Uluslararası Haiku Yarışması Büyük Ödülü´nü aldı. 2007, Mitos, Boyut Yayınları 2. Oyun Yazma Yarışması Başarı Ödülü aldı. Görünen o ki, 2007 yılında ve sonrasında ödüllerine, yeni ödüllerde ekleyecek Yelda Karataş.
Yürekleri insan sevgisiyle dolu sanatçılar birlikte konuşma isteğimi sevinçle karşıladılar. Bu röportaj anına kadar birbirlerini tanımayan iki insanın ortak dili, Mevlana, Şems ve mistizmdi.
İkinci Türk kadın semazen Gülsün Erbil, semahı Londra’da yaşadığı günlerde Eda Ascott isimli ilk Türk semazen vesilesi ile 1990’lı yıllarda öğrenmiş. Londra’da ırk, dil, din farkı olmaksızın kadın, erkek birlikte yapılan semahların coşkusunu Türkiye’ye de taşımak istemiş. “Semazen olmak için 78’de çalmadığım kapı kalmadı.” Hasan Dede’nin gurubunda kadınların dönmesine de vesile olduğunu söyleyen Erbil. Kadınlarla erkekler birlikte dönmeye başlamalarını da devrimci bir hareket olarak değerlendiriyor. “Mevlana 13. yüzyılda karısı ve kızı ile birlikte dönmüşler yıllarca.” Diyor, ressam Gülsün Erbil…
Yelda Karataş ise, “Bir Kadının Kaleminden Şems ve Mevlana,” adlı kitabı ile sekizyüz yıllık tarihi günümüze taşıyor, Yelda Karataş’la şiirleri ve mistisizm üzerine konuşmaya başlamadan yoğunluklarını paylaşmak istedim.
Yelda Karataş’ın Mayıs ayı başında Kocaeli’ de, yapılacak olan Türkiye’nin ilk büyük şiir kongresine sunduğu her iki bildirisi de kabul görmüş. “Şiir insanın yüzüdür diye post modernizme karşı şiirin, insan gerçekliğinden, toplum gerçekliğinden kopuk bir şey olmadığını düşünüyorum. Buna karşı bir bildiri sundum. Diğeri de şarkı sözü ve şiir üzerine bir bildiri idi. Şarkı sözünün asla şiirin yerini alamayacağını savundum, o da kabul edildi.” Diyor sevgili Yelda ve sözlerine devam ediyor. “Yine Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nin orta öğretime yönelik açtığı yarışamaya da Jüri üyeleri üniversite öğretim üyeleri dışında, şair olarak da ben ve Salih Bolat, 23 Mayıs’ta orada olacağız. Enel Aşk bir önceki kitabım. (Enel Hakk’ı Hallac-ı Mansur kullanıyor.) Ve yanlışta anlaşılıyor. Mevlana Mesnevisinde Enel Hakk’ın ne anlama geldiğini söylemeye çalışıyor. Gerçek tanrı sevgisinin tanrıya mutasarrıf olarak yaklaşmanın anlamıdır diyor.
Enel Hakk tanrı sevgisinin eğer tanrıya duyulan sevginin tanımıysa, gerçek bir sevgiyse. Tanrının bir sevgili olduğunu düşündüm. Tanrının aşk olduğunu düşündüm. Tanrı korku değil, tanrının özü aşk gözüyle insan, ancak bir başkasını sevebildiği zaman tanrıyı sevmiş olur diye düşünüyorum. Çünkü Şems şiirinde de var o. “Neden sevsin ki tanrı bizi, Yüreğimiz bir kulunu Tanrı gibi sevmeden” diyor. Şems şiiri çok ani bir biçimde çıktı bundan 2 yada 3 sene önce . Bu yılın başında Mevlana’yı yazmaya başladığımda, bu yılın Mevlana yılı olduğunu da bilmiyordum. Sonra Şems ile Mevlana’nın ilişkisini araştırdım. Şems-i Tebrizi’nin kim olduğunu araştırdım. Mevlana’nın yaşamındaki önemi değeri benim için önemliydi. Şems’e ulaşmak çok zor oldu. Bir Makalat’ı var, Mevlana’nın adına yazdığı Divan-ı Kebir’de bir takım verilere ulaşıyorsunuz. Onun dışında Şems’in annesi kim? Onu bile bilmiyoruz. Çok hurafe var hakkında. Öldürüldü mü, öldürülmedi mi? Kaçtı mı, kayboldu mu? Mevlana ile Şems’in olağan üstü bir dostluk yaşadıkları ve tanrı aşkı adına (oradaki geçen aşkın tanrı aşkı olduğuna inanıyorum), insan aşkı olduğuna inanıyorum. Yaşadıkları çağ ve bizim çağımıza çok şey söylediklerine inanıyorum. İnsanoğlu, bence tarih öncesini yaşıyor, vahşetin ortasındayız.
Kendi, kendini katledebilen tek yaratık insan. Bilinçle katletme sözcüğünü kullanıyorum. Hiçbir hayvan diğerini katletmez, ihtiyacı kadar yer ve bırakır. Sen benden farklı düşünüyorsun, farklı cinsiyete, farklı ulustansın diye hiçbir hayvan diğerini bir bilinçle öldürmez. Bunu yapabilen bir tek insanoğlu. Geleceğin dünyası bir anlamda Şems’in ve Mevlana’nın bize göstermek istedikleri dünya. İnsanın birbirini gerçekten sevebildiği, özünü taşırabildiği dünya.
İnsanın özü sevgi buna inanıyorum. Vahşeti sonradan insanoğlunun icat ettiğini düşünmekteyim. Tabi bunun determinist yanları var. İnsanın insanı kemirmediği bir dünyada, insanoğlunun kendi yeteneklerini özgürce sergileyebildiği bir dünyada, Mevlana ve Şems’in hayalini kurdukları bir evin içinde vahşi olmayan bir insanın ortaya çıkacağına inanmaktayız. Bu umutla yazdım bu kitabı. Onların ağzından çağa bir şeyler söylemeye çalıştım. Ne kadar anlaşıldı, anlaşılmadı bilmiyorum. Bu kitapta açık, anlaşılır bir dile ulaşmaya da çalıştım.”
Aynı zamanda sergilenebilir, bir kitap olduğunu da şu aralar, Kasımpaşa Çok Programlı Lisesi ile bir tiyatrocunun çocuklarla bir çalışma yaptığını da söyleyen Yelda Karataş, bunu Liseler arası bir yarışamaya hazırlandığını ve kitabını sahnelenebilir bir oyun şeklinde yazdığını da söylüyor. Belki de ilk kez bir kadın, bu semazen dansının ne anlama geldiğini kendindeki karşılığını arayan bir ön yazı da var bu kitapta. Neden dönüyorlar üzerine şairin hissettikleri var. Bu dansın içinde ya da ritmin şiirde, doğada bulunan ritme, çok yakın olduğunu, o ritmin bizzat kendisi olduğunu savunuyor şair.
Gülsün Erbil, Yelda Karataş’a dönüp hayretle ve sevinçle, “sizin gibi şairi ilk kez görüyorum. Araştırdım çünkü özellikle araştırdım. Nasıl yani ben 1978 yılından bu yana resmini yapıyorum da, hiçbir şaire ilham kaynağı olmamış… Bana resim yapmak kısmet oldu. Bunun nasıl olduğunu da bilmiyorum. 78’den beri ben bunu yapıyorum. İngilizler, Amerikalılar soruyorlar. “Döngü senin inhisarında mı?” hayır diyorum. “Üçgen senin inhisarında mı?” hayır diyorum. “Mevlevilik senin inhisarında mı?” hayır diyorum. Ama üçü birden benim inhisarımda, resimde. Böyle bir resim yapıldığında dava etme hakkım var. Amerika’da Avrupa’da bu böyle. Ama Türkiye’de değil maalesef. İngiltere’de duydum. Ben zaten hiçbir enformasyon almadan gittim maalesef Türkiye’den 1978’de. Mevlana da, torna çekilirken görüyor. “Bu kör adam tornadan görmeden nasıl bu saksıyı çekebiliyor?” diye sorunca, yanındaki diyor ki, Mevlana’ya “Hiç torna çekmediniz mi?” Çekmemiş tabi… Ben de çektim Londra’da oradan biliyorum, çamuru ortalıyorsunuz. “Ortalayıp çamuru merkeze çaktın mı kendini, ruhunu da atabilirsin” diyor. “O nasıl yükseltiyorsa çamuru...” Mevlana o zaman diyor ki, “dünya döndüğü gibi biz de dönebiliriz. Biz de direkle çakalım kendimizi, dönelim.” Ayaklardan biri çark oluyor ve sema böyle başlıyor. Benim burada çalmadığım kapı kalmadı, 78’li yıllardan bu yana dönmek için fakat dönemedim. İlk sema yapmayı Londra’da öğrendim.
Gülsün’ün sözlerine, Yelda Karataş coşkuyla, “Mevlana kadar geniş bakmıyorlar çünkü. Yanlış bir taraf da şu; herkes bu isimlere kendi bildiği gibi sahip çıkıyor. Hiçbir şeye sahip olmak için yazmadım bu kitabı. Ben bu kitabı dünyada var olan vahşete karşı yazdım. Yüzyıllar önce, Cengizhan’ın vahşetinin karşısında, insan sevgisini söyleyen ve dünyaya sevginin aynasından bakan iki insanın dostluğunun örnek halini söylemeye çalıştım. Ben mistik birisi değilim. Bilimsel sosyalizme inanan biriyim. Mevlana ve Şems’in çok ilginç insanlar olduklarını düşünüyorum. İçerisinde gerçek tanrı sevgisi olduklarını da düşünüyorum. Bu bağlamda benim içimde de bir sevgi varsa, tanrısal bir sevgiyse, önce insanı sevmektir bu. O çağda yaşanan vahşet neyse bu çağda da bitmiş değildir. Cep telefonlarımıza bakıp teknolojik gelişmeyi, uygarlığın gelişmesi zannediyoruz. Bunun var olan kültürün adı olduğunu sadece söyleyebiliriz. Uygarlık bu değildir. Ben umudun sesini var etmek için yazdım.
G.E.: Ben de 68 kuşağı insanıyım. Mistisizmi mi Diyalektik materyalizmin temellerine oturttum. Enel Hakk demiş Hallac-ı Mansur böyle bakacaksın hadiseye. Ben Allah’ım demediği halde kesmişler adamı. Allah benim içimde diyor aslında.
Y.K.: İnsan öldürmenin karşısındayım, ben, hümanist bir insanım. İnsanın ideolojisi düşünceleri çok önemli benim için. Hiç bir şeyi kendi dışımda görmüyorum. Her şey benim içimde ve ben her şeye aitim. Dünyada canlı cansız, evrende varolan hiçbir şey bana rağmen değil, ben bu gerçekliğin parçasıyım. Çok yaygın bilinen bir yanlışlık var. Duygular bilinçsiz zannediliyor. Hayır duygular bilinçlidir. Biz bu duygularımızın bilince çıkmasından da sorumluyuz.
G.E.: Sanatçıya bir bakalım... Gerçekten mesajlarla uğraşan sanatçılardan bahsediyorum, bunların hepsi ilericidir. İdeoloji içinde değildir zaten. Sanat evrene aittir. Hem şiirde, hem resimde, edebiyatta, yani tüm sanatlarda… Kopyacılıkla, araklamayla bir yere gidilemez. Ben de bunu iddia ediyordum, 78’lerde bunlar bu kadar rahat da konuşulmuyordu. Böyle başladım mistik döngüye. Müzisyenlerin (museu) ilham perileri oluyor da, neden ressamların, şairlerin olmasın? Museu müze karşılığı İngilizce ilham perisi demek. Ben bunları burada söylediğimde deli muamelesi gördüm. Ben D.G.S.A. mezunuyum. Yurt dışında yaşadığımdan Türk şairlerle tanışma şansım olmadı.
Y.K.: Bağnaz olma şansımız yok. Aslında ikimizin de konusu çok ilginç. Nedeni, ben bu kitabı yazdım, Türkiye’de ne sağ çevreler beğendi, ne de sol çevreler… Ama kitap bitti şu anda. Ben bildiğimi yazdım. Şiirin ideolojisi olmaz, şairin ideolojisi vardır. Hiçbir sanatçı var olan sisteme, var olan iktidar güçlerine yaranmak için, çığlık atmak için şiir yazmaz. Şair de bildiğini okur, ressam da bildiğini okur. O ekin duygusuyla ve bilinciyle, kurduğu dünyada, kendi inandığını söyler. Onun için Van Gogh’un resimleri ölümünden sonra satılmıştır. Onun için de bana alkış tutsunlar diye, Şems ve Mevlana’ yı yazmadım. Ben kendimdeki Şems ve Mevlana’yı anlattım ve anlatacağım. Bu bir zincirdir, onlar da yola çıktıklarında yalnızdılar, kimsesizdiler. O nedenle de Mevlana’nın dergahı umutsuzluk dergahı değildir. Her şeye yüreği açıktır, çünkü insan onun gözünde sevilmeye değer. Ben işimin kalemine eğer bir harç arıyorsam insan sevgisi koymazsam o bina yarım kalır. Onun içine kaba inançlar, kaba ideolojiler, kaba inandırılmışlıklar, kaba alkışlar koymaya başlarsam o bina yıkılır, Mevlana’ya da, Şems’e de ihanet etmiş olurum.
Erenlerin dini yoktur...
G.E.: Önce söylememiz gereken şey şu, sevgi hala utanılarak söylenir ve yaşanır. Londra’da 90’lı yıllarda dönmeye gidiyoruz. Orada bir şey öğreniyorsun; hangi dinden olursa olsun göz göze geldiğin bir insan, seni sırtından bıçaklamıyor. Orada Hıristiyanlar da vardı, Museviler de... Orada bir tek öğreniyorsun. Burada kardeşinden bile korkuyorsun. Resimlerimiz kopyalanıyor, galerimizin adı kopyalanıyor. İlkini Amerika’da yaptığım projeyi getirdim, beş yıldır Türkiye’de yapıyorum ‘Ekim Geçidi’ kopyalandı. Bunları yapanlar da çok yakınlarımız, hep dizimizin dibindeki insanlar. Bir projenin beşincisi yapılıyorsa zaten ona destek verilmesi gerek.
Y.K.: Şems, kendini kaç yüz yıldır saklamış. Bilinmek istememiş. Mevlana da öyle. Biraz ışığından aldıysak ne mutlu bize. Aradan kaç yüz yıl geçmiş benim gibi alakasız biri, Şems ile Mevlana’nın dostluğunu yazmış. Gerçek o kadar frenlenemez ki mızrak çuvala sığmıyor. Benim tesellim de bu. İnsanlık belki de 100 yıl sonra benden, bir daha bakacak Şems’e, Mevlana’ya. Kadın ne yazmış diyecek. Belki de Gülsün Erbil’in resmine bakacak ve ne yapmış bu kadın diyecek.
Amerika, Avrupa benim resmimi kabul ederken Ümraniye Belediyesi sergilemeye bile değer bulmadı.
G.E.: Bakamıyor benim yaptığım resme, en acısı bu. Bir benim orijinalliğimden müthiş rahatsız. İki, kopyalanmış zaten. Ben anonim yaklaşıyorum. Amerikalılar, Avrupalılar soruyorlar, görüyorlar zaten mistik kimliği. Ben değilim deseniz de onlar görür. Biz mesajı almasını bilenlere veriyoruz. Biz de Amerika’lara gidiyoruz. Ben galericilikten para kazanıyorum, resimlerimi sadece sergilemek istiyorum. Bir gün oraya, Mevleviler gelmişler, Celalettin Çelebi’yi de tanıyorum. O sırada da, çok ciddi sema yapıyordum. Erkeklerle birlikte sema yapayım diyordum, Türk gelenler. O zaman gencim de, bir kadın eşit olarak sema yapmak istiyor. Katiyen ne Amerikalılar ne de Celallettin Çelebi ve yanında kızı da vardı istemediler, olamaz dediler. Kızı da ilerici bir kız, bunun bir felsefe olduğunu, diyalektiğini anlattım ama anlamak istemediler. Her an dışlanıyorsun, Türkiye ne duruma geldi. Bunu ilk ağzıma aldığımda şansım vardı, hocalarımız akademide Cevat Dereli’ler ritimsel değerler peşinde koşuyorlardı, bir şeyler ararlardı sürekli. Ömürlerini harcadılar. Şimdi bunlar yok. Bir yarışma yapıldı Ümraniye Belediyesinde konu Mevlana. Bana bir çok telefon geldi “hocam ne olur senelerdir yapıyorsunuz girin, ödül filan değil, bu sergi dolaşacak Türkiye’de. Bu sene de Mevlana yılı.” diye. Belediyeden hiç teklif gelmedi ama. Bu kadın 20 senedir ne yapıyor diye. Burada şimdi kadın semazenler dönüyorsa ben vesile oldum. Sayemde diyemiyorum alınırlar diye. Yurt dışında yaşarken geldim Türkiye’ye. Hasan Dede’yi buldum anlattım günlerce, ondan sonra bu hanımlar dönmeye başladı. Ben bunları eşitlik için, Türk kadınını bir yerlere taşıyabilmek için de yapıyorum. Neyse bunları bırakalım. Benim resmim şu anda Ümraniye Belediyesi’nde gösterilmediği gibi, refüze edildi. Yani sergilenmeye layık görülmedi. O sergi geziyor şu anda. Bünyamin, Kavramsal Sanatı Almanya’da öğrenmiş bir sanatçı, 1978 yılından bu yana beni takip eden bir sanatçı, inanamadı bu duruma. İnanılır gibi de değil zaten. Amerika, Avrupa benim resmimi kabul ederken Ümraniye Belediyesi sergilemeye bile değer bulmadı.
Türkiye’de ne yazık ki Soros kökenli bir kültür emperyalizmi var.
Y.K.: Türkiye’de özellikle Soros kökenli, bir kültür emperyalizmi var maalesef. Siz doğru kitap yazdığınız zaman, medyanın belli gücünün onayından geçmek zorundasınız. Medyayı elinde tutan, sanat ve kültür etkinliklerini, kitap bastırmaktan, sergiye kadar elinde tutan belli güçler var. Bu güçler sizi onaylamadıkça siz hiçbir şey olamazsınız. Yaşadığımız sistem insan ilişkileri, metanın değişim değerleriyle kuruluyor. Sanatta bir meta olarak pazarda yerini alıyor. Sistem çok akıllıca işliyor. Siz bir şey ürettiğiniz zaman, pazarda parasal bir değeri varsa meta oluyor. Bugün Türkiye’de yıllarca dışlanmış resim sanatına duhul etmiş vaziyetteler. Meta olarak ne kadar parasal değeri var, bunu belli güçler tanımlıyor. Sanat tabi ki yerinde duruyor. Sanatın gerçekliği tabi ki yerinde duruyor, ama geniş kitlelere ulaşması engelleniyor. Sizin kitaplarınızı bastırabileceğiniz yer sayısı o kadar az ki… Dağıtım bir sorundur. Şiir kitabı bin beş yüz sattığında göbek atarız. Sizinde serginize bin beş yüz kişi izlemeye gelirse göbek atın. Ama bakıyorsunuz ki, A kişisinin resmi bugün hakim güçler tarafından alkışlanıyor, milyarlarca lira paraya satılıyor. Pazar yaratılıyor. Edebi değeri olan yahut da estetik değeri olan, sanatsal değeri olan hiçbir şey kendi özgül gelişimine bırakılmamıştır. Kontrol edilmektedir. Ankara’da, İstanbul’da milyonlar yürüdü, kaç medya kanalında izleyebildik. Haber özgürlüğümüz bile yok. Umutsuzca mücadele ediyoruz ve edeceğiz. Ben şimdi taşra dergilerine şiirlerimi gönderiyorum. Onlar sesimizi duyuyor. Gidin bütün Anadolu’da sergiler açın. Kendi mücadelenizi kendiniz vereceksiniz.
G.E.: Eğer benim resmim hiçbir şekilde halka ulaşamıyorsa ne Ümraniye’den, ne Beyoğlu’ndan, bu Türkiye’nin kaybı. Neden? Başörtüsünden, kara çarşafa soktular Ümraniyelileri ve diğerlerini. Benim soyut Mevlevilerimi göstermedilerse ki grafikte yaptım, bunu nasıl anlatacağım ki.
Y.K.: Ben şairim ama tiyatro eseri yazdım. Tiyatro da içler acısı. Devlet ödenek de vermiyor. Kim oynar, ne zaman oynar bilmiyorum ama, yarışmaya girdim, bu yarışmada Uluslararası Haiku Yarışması Büyük Ödülü´nü aldım. Halkın anladığına inanıyorum. Ne yapabiliriz. Sen hiç halktan kopuk filan da değilsin. Ben buna inanmıyorum, safsata. Sanatçı bizzat halkın dilidir. Yaşadığı çağın gerçekliğini dillendirmeyen birine sanatçı diyebilir misin? Hayalperest dersin, uydurukçu dersiniz, sanat vitrinini kullanan bir meczup olabilir ancak. Çağında anlaşılamaması ayrı bir şeydir sanatçının. Bu da çok normal. Sanatçı halkının yaşadığı toprağın ve dünyanın, evrenin gerçekliğini yeniden izah etmeye çalışan, bir yaratıktır. İnsan gerçekliğini yeniden izah etmeye çalışandır. Bunun için bütün yeteneğini ve yaratıcılığını kullanır, bütün kaynaklarını kullanır. Dolayısıyla bizim yaptığımız hiçbir şey doğru karşılığını bulamayabilir. Mevlana’yı anlatıyorum. Ben Anadolu çocuğuyum. Bu topraklara borcumuz var, Mevlana’yı anlatıyorum. Ben halkın gücüne çok inanıyorum. Bu halk, şiirin de gücünü ve dilini biliyor. Resmin de dilini biliyor, müziğin de dilini biliyor. Bu topraklar çok zengin topraklar. Ben çok umutsuzum. Zaten bir umutsuzlukla da umudu yeniden yaratmak istiyorum derdim bu. Onun için de sanata ve savaşa devam. Neden kalkmış Mevlana Konya’ya gelmiş ki? Oradan sesini duyurmak için. Bütün zorluklara rağmen bizim görevimiz sesimizi duyurmak.
G.E.: Yeniden ülkeme döndüğümde 55 yaşındaydım. Bu kadının bir deneyimi var ve bundan yararlanalım demediler.
H.Ö. Bunu beklemeyeceksin çünkü sen satılık değilsin. Satılık olanı, sanata meta olarak baktıkları için satılık olanı talep ederler.
Y.K. Kitabımızı satarız şiirlerimizi insanlar okusunlar diye ama kimliğimizi satamayız, inançlarımızı satamayız, sanatımızın özünü satamayız. Ancak ürettiğimiz sanat yapıtını insanlar görsünler, biz de onunla yaşayalım yemek yiyelim diye satabiliriz. Bizi satın alamazlar. O zaman sanatçı olmazsınız zaten politikacı olmaya başlarsınız başka bir şey olmaya başlarsınız. Yeterince politikacı var dünyada. Onun için Mustafa Kemal’e armağan ettim kitabımı. Ben Mustafa Kemal’in kızıyım çünkü.
G.E.: Öyle bir şey ki Amerika’dan döndüm, Galata Mevlevihanesi’nin karşısında bir galeri açtım. İkiz Kuleler’in yıkılmasına kadar beni kabullenen Amerikalılar, o saldırıdan sonra Müslüman olduğumu hissettirdiler. Ben de sanatıma ülkemde devam etmek için döndüm. New York’ da, Galeri X için “bir ekol oldu” dediler. Aramızda Avrupalılar, Japonlar vardı. Bunlar kavramsal sanatı bilen insanlardı. Orda bir değerimiz vardı. Tabi bunlar bir günde olmadı beş yıl emek verdim. Fakat Ümraniye Belediyesi’nde ne yazıktır ki refüze edildim.
Birisi resminde diğeri de şiirinde, inandıkları ve aktarmak istedikleri duygularını 13. Yüzyılda yaşamış Mevlana ve Şems’i inceleyerek yapıtlarında başarıyla ortaya koydular. Bu nedenle de farklı zaman dilimlerinde tanıdığım sevgili Gülsün ve sevgili Yelda’yı sizin için buluşturdum.
Gülsün Erbil
İstanbul, Ankara, İzmir’deki müzelerde yapıtları bulunan Erbil, Sanat yaşamına İstanbul’dan sonra Londra’da devam etmiştir. 1980’lerde Goldsmiths’ Collage’de seramik çalışmış ve buradan yüksek lisans diploması almıştır. 1990’lı yılların başında aynı okuldan bir de tekstil yüksek lisans diploması almıştır. İngiltere’de yaşadığı yıllarda, Londra’nın kuzeyinde bir işçi mahallesinde, Haringey Belediyesince yaptırılan dev eseri (100m2), Londra’nın o kesiminde bulunan tek sanat yapıtıdır. Daha sonraki yıllarda Amerika’da yaşamaya başlayan Gülsün Erbil, New York’ta açtığı Galeri X’de, Türk sanatçılarının yabancı ülkelerde layıkıyla temsil edilmesi amacıyla hazırlanan Ekim Geçidi projesini. 1998’de Cumhuriyet’in 75. kuruluş yıldönümü nedeniyle, “Yurtta Barış, Cihanda Barış” adıyla açmış ve Türkiye’den bir çok gravür sanatçısının yapıtları New York’ta bu proje kapsamında sergilenmiştir.
Yelda Karataş
Galatasaray İşletmecilik Yüksek Okulu mezunu olan Yelda Karataş, Reklâm Yazarı olarak başladığı yirmi yıllık Reklâmcılık serüvenini Yaratıcı Yönetmen olarak sürdürdü. Kristal Elma ve Başarı Ödülleri aldı.
Radyoculuğa olan tutkusu nedeniyle, Hür Fm’ de “Şairler Korsandır” programını gerçekleştirdi. Radyo Female’de “Alacaydınlık” programıyla aynı formatı sürdürdü.
90’lı yıllarda “Hayat Bilgisi” seminerleri vermeye başladı.
Sezen Aksu ile Deli Kızın Türküsü, Işık Doğudan Yükselir albümlerinde şarkı sözü yazarı olarak çalıştı.
Akademi İstanbul’da öğretim görevlisi olarak, Reklâmcılık Bölüm Başkanlığı ve İletişim Grup Başkanlığı yaptı. Senaryo Yazım ve Şiir Atölyeleri’ni yürütmekte olan Karataş, Bahçeşehir Üniversitesi Kariyer Merkezi’nde Eğitim Danışmanı,
Deulcom International’da Öğretim Görevlisi olarak çalışmaktadır. Ayrıca Kasımpaşa Çok Programlı Lisesi’nde ücretli öğretmen olarak “ gönüllü “ dersler veriyor.
FACEBOOK YORUMLAR