1 Ocak tarihinde Mersin’de Mahmudiye Mahallesi 161 sokakta doğdum… Kim bilir, belki de anneciğim çocuk gelin olmasaydı, babamın görev yeri İstanbul’da dünyaya gözlerimi açacaktım. Hamile olarak Mersin’e gelen annem ve doğumdan sonra da; bizi yaşayacağımız kente götürmek üzere gelen babacığımın kucağında 20 günlük bebekken, Mersin’den ayrılıp şimdi yaşadığım ve hatta ömrümün sonuna dek yaşamayı düşündüğüm aşık olduğum kente, İstanbul’a geldik.
Bu yüzdendir “Akdeniz’in bereketli, bana göre tılsımlı suyundan beslendim ve turunç kokumu doğduğum topraklardan aldım” diyorum kendimi tanımlarken.
Önceleri ev hanımı, çocukları büyüyünce iş hayatına atılan güzel, yetenekli, işkadını bir anne ve asker bir babanın ilk kızıyım. Yürekleri kocaman, gönülleri geniş, vizyoner 3 kız kardeşim oldu ilerleyen yıllarda… Kardeşlerimden Handan İstanbul, Nalan Osmaniye ve en son Nazan aramıza Erzincan’da katıldı, kısacası biz Türkiye’yiz.
Babamın mesleği ve görevi nedeniyle tek şehirde veya aynı okulda sürmedi, süremedi okul yaşamım. Farklı şehirler ve hatta o şehirlerde farklı okullar, öğretmenlerim ve arkadaşlarım oldu. Bu yüzdendir ki; gülümseyerek gözlerin içine bakmanın çabuk iletişim kurmaya yaradığını ve çevremde olanların duygularını anlayabilmeyi erken yaşta öğrendim. Kimi zaman bunu bir zenginlik olarak kabul etsem de, kimi zaman o çok sevdiğim arkadaşlarımdan veya öğretmenlerimden, hatta çok seyrek de olsa sek sek, körebe oynadığım mahallemden ve mahallelimden ayrıldığım için üzülürdüm. Ordu evleri, ordu sinemaları tek eğlence merkezlerimizdi çünkü. İzole yaşıyorduk aslında. Askeri servislerle okula gider, orduevlerinde saçlarımız kesilir, asker terziler giysilerimizi diker ve Askeri Lojmanlarda otururduk. Komşularımız ve arkadaşlarımız da aynı çevreden olurdu tabi.
Aklım erdiğinde; okuluma, öğretmenlerime, arkadaşlarıma alıştım, inşallah artık burada kalırız bir süre daha diye geceleri yalvarışlarım ve dua etmişliğim de vardır. Hatta gizli gizli ağladığım da olmuştur. Gizli gizli diyorum çünkü babamın görmesini istemezdim gözyaşlarımı. Hem onu üzmek istemez, hem de ağladığımda, gözünde güçsüzleşeceğim gibi bir inancım vardı. Ağlamak babam için güçsüzlüktü kısacası.
Anaokuluna ve ilkokula İstanbul’da ayrı okullarda başladım, Osmaniye’de 7 Ocak’tan sonra, Atatürk ilkokulundan mezun oldum. Erzincan Sümer Ortaokulu’nda başlayan yolculuk, (arada 2 okul daha var) Merkez Ortaokulu’nda noktalandı. Erzincan Lisesi’nde başladığım lise hayatım Mersin’de Tevfik Sırrı Gür Lisesinde sonlandı. Gazetecilik okumak istiyordum ve ailemin muhalefetine rağmen Ankara’da A.İ. T. İ. A. Gazetecilik Halkla İlişkiler Yüksek okulunu kazandığım da dünyalar benim olmuştu.
Okuluma kayıt olmak üzere birlikte çıktığımız Ankara yolculuğumuz boyunca babam; Ankara’nın nasıl başkent olduğunu, Atatürk’ü ve devrimlerini anlattı bir bir. Tandoğan'da Askeri Orduevine yerleştik önce, tabii Ankara’da ilk gördüğüm yer Anıtkabir’di.
Ankara’da okul yıllarıyla birlikte kısacık Yurt Haberler Ajansı deneyiminden sonra Politika Gazetesi’nde stajyer muhabir olarak mesleğe adım attım. Ustalarla tanıştım, Oya Baydar, Aydın Engin, Aydın Şenesen, Nahit Duru, Süleyman Coşkun… Politika Gazetesi yayın hayatına son verirken müdürüm Süleyman Coşkun’un tavsiyesi ile Ankara Rüzgarlı Sokak’ta Yeni Ulus Gazetesi’nde çalışmaya başladım. Yeni gazetemin patronları Kurtul Altuğ ve Erdoğan Tokatlı idi ve okul arkadaşlarımdan Derya Sazak ve Cengiz Kuşçuğlu ile birlikte çalışacaktım. Canım ağabeyim, sevgili büyüğüm Selahattin Duman’ın da desteği ile ilk sayfamı Yeni Ulus Gazetesinde yapmış ve ilk imzalı haberimi yine aynı gazetede yazmıştım. Yeni Ulus Gazetesi’nde sendika ve dernek haberleri yapıyor, grevleri takip ediyor, bir yandan da dönemin Ankara Belediye Başkanı Ali Dinçer’in etkinliklerini takip ediyordum. Sevdiğim okulda okurken, sevdiğim işi de yapmanın mutluluğunu yaşıyordum.
Aynı yıllarda ilk evliliğimi de Ankara’da yapmış oldum ve hatta ilk çocuğum, ilk göz ağrım, ağladığında burun direğinin sızısının ne olduğunu öğreten sevgili kızım Aslı’yı da Ankara’da doğurdum. O yıllarda ülkenin her yeri kanıyor ve kaynıyordu. Patlama, grev, kargaşa, gözaltı, saldırı, kaos her dakika dilimizde yaşayan kelimelere dönüşmüştü. Okullarımızda boykot, miting ve jop kullanımı artmış ve hatta ölümler başlamıştı. Derken 12 Eylül 1980 ve Askeri Darbe… Parlamento ve hükümet feshedilmiş ve tüm üyelerinin dokunulmazlığı bir gecede kaldırılmıştı.
Dönemin Genel Kurmay başkanı Kenan Evren Yüce Türk Milleti; diye başlayan konuşmasında ana hatlarıyla: Devletin başlıca organlarıyla işlemez duruma gelmesi, Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık(!) ideolojik fikirler üretilerek sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere eğitim kuruluşları, siyasi partiler ve yurttaşların saldırı ve baskı altında tutulmalarını neden göstererek, devlet yönetimine el konmuş olduğunun altını çizmişti!
Ve bu girişilen harekâtın amacının ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberlik sağlamak, muhtemel iç savaşı önlemek olduğunun vurgusunu da yapmıştı.
İşte bu sıkıyönetim günlerinde memur olan eşimin sürgün yemesi üzerine, ailemin yaşadığı ve doğduğum kent olan Mersin’e 3 kişilik aile olarak zorunlu bir dönüşümüz oldu. Ankara yıllarımız sonlanıyordu.
Bildiğim tek iş Gazetecilik ve dışında olsam da reklamcılık ilgimi çekiyordu. İşte o günlerde Mersin’in en eski, en büyük ve gerçekten okunan gazetesinin “Son Haber Gazetesi” olduğunu öğrendim. Doğruca gazeteye gidip sahipleri muhteşem insan İhsan Tufan ile tam bir Cumhuriyet kadını Nimet Tufan, kızları İpek Tufan ve oğulları deli fişek, canım ağabeyim Tankut Tufan ile tanıştım. Kendimi tanıttım ve çalışmak isteğimi dile getirdim. Gazetenin bir köşesinde bana ayrılan masaya oturduğumda çok sevinçliydim. Fakat bu sevincim çok uzun sürmedi. Yerel gazetecilik zordu ve özveri istiyordu. Son Haber Gazetesi’ de basın ilan kurumundan almış olduğu ilan gelirleriyle yaşıyordu. Her ne kadar Nimet abla Cumhuriyet Gazetesi’nin temsilcisi olsa da, oradan aldığı geliri de olsa Son Haber’in gelirleri ancak gazeteye emek veren aileye yetiyordu. Dışarıdan gelenlere gönülleri gibi, kapıları da açıktı ama acı gerçek asgari ücret dahi ödeyebilecek güçleri yoktu.
İşte o günlerde Tankut Abimle birlikte kısa adı “MEREK” olan Mersin Reklam Ajansı’nı kurduk, Yaşat İşhanı’nın yüksek katlarından birinde. Ve Türkiye’de ilk kez yayınlanan “Festival Gazetesi’ni de o tarihlerde çıkardık. Çünkü o yıllarda en büyük Uluslararası Fuar ve Festival alanı Mersin’de idi ve Uluslararası Tekstil ve Moda Festivali Mersin’de yapılıyordu ve tanıtıma ihtiyacı vardı.
Dün gece Fatma Beni arayıp “Hatice, Tankut seninle konuşmak istiyor” dediğinde saate bile bakmadım ve hemen aradım. Ağabeyim “benim sitemde köşe yazılarını görmek isterim” dediğinde çok sevindim ve “yazarım tabii” dedim.
Doğduğum topraklardan sevdiğim, değer verdiğim ve özlediğim bir ses beni gazetesinin köşesine çağırıyordu.
Merhaba yeniden Merhaba…
Ve işte yazımda sözünü ettiğim Türkiye'nin ilk "Festival" Gazetesi'nin başlığını ekliyorum Karikatürist, mizahçı sevgili dost insan Mehmet Duru'nun arşivinden. (Ki kendisini o günlerde tanıdım
FACEBOOK YORUMLAR