Haziran ayında yıllardır görmezden gelinen bir mücadele tarihini yeniden hatırladım, 15- 16 Haziran büyük işçi sınıfı direnişi.
Bu direnişin tanığı, avukatı ve yıllarca 15- 16 Haziran olayları, 1 Mayıs 1977 olayları ve Kemal Türkler ’in öldürülmesinin ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmak üzere hukuk mücadelesi veren Avukat Rasim Öz ile 2007 yılı Mayıs ayında röportaj yaptım. Bu röportaj Leman Dergi grubundan Yeni Harman dergisi Haziran 107 sayısında yayınlandığı haliyle aşağıya ekledim.
15 – 16 Haziran 1970 direnişinin 37. Yıldönümünde Avukat Rasim Öz, çeyrek yüzyıllık mücadele tarihini “Kemal Türkler Kürsü ’de” adlı iki ciltlik kitapta topladı.
Benim adım ‘sanık’ değil, benim adım: ‘Kemal Türkler’
1970’li yıllar siyasi ve ekonomik belirsizliklerin yaşandığı yıllardı. Dönemin hükümeti, uygulamaya koyacağı ekonomik önlemlerin faturasını işçi ve emekçilere yüklemek niyetineydi ve karşısında muhalif güçler istemiyordu. 1963’te yasalaşan sendika, toplu sözleşme ve grev yasalarında değişiklikler yapılmasının hazırlıkları el altından tamamlanmıştı. Tasarı, 13 Haziran’da TBMM oturumunda görüşülmeye başlandı.
Tasarı, İşçilerin istedikleri sendikalara serbestçe üye olmalarını ve beğenmedikleri sendikalardan ayrılma haklarını güçleştiren, toplu sözleşme ve grev haklarını büyük ölçüde kısıtlayan hükümler içermekteydi. Sendikaların ülke çapında faaliyet gösterebilmesi için ülke çapında sendikalı işçi sayısının üçte biri üyeye sahip olması barajı konmuştu. Bu oran, DİSK’in üye sayısının bu oranın altında kaldığı tespit edilerek konulmuş, böylece DİSK yok edilmek istenmişti.
DİSK ile birlikte işçi sınıfının kazanımlarının yükselmesinden ve bu hızlı büyümeden dönemin siyasi iktidarı rahatsız oldu. Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk’ün “Çok yakında DİSK’in çanına ot tıkayacağız!” açıklamasından da anlaşıldığı gibi amaç netti. DİSK’in büyümesini engellemek! 22 Temmuz 1980’de ülkücüler tarafından katledilen DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, “Değişiklik, DİSK’i kapatmayı hedeflemektedir. Tasarı Anayasa’ya aykırıdır. İşçi sınıfımız, DİSK’in kapatılmasına izin vermeyecektir.” Diyerek emekçilerin tavrını net olarak dile getirdi.
Çıkarılmak istenilen anti- demokratik yasaya karşı işçiler, “Anayasa çiğnenmez!”, “DİSK Kapatılamaz.” Sloganları ile yürüdüler. DİSK’li Türk-İş’li ve örgütsüz işçiler, siyasal düşünce ayrılarını önem çıkarmadan tepkilerini ortaya koydular.
İki gün boyunca İstanbul sokakları demokratik haklarının bir parçası olan, örgütlenme ve toplu sözleşme haklarını koruyan yüz binlerce emekçinin sesine tanık oldu.
Üç koldan yürüyüşe geçen işçiler, İzmit, Gebze’den Kadıköy’e, Levent’ten, Mecidiyeköy ve Taksim’e, Bakırköy’den Topkapı ve Edirnekapı’ya kadar ulaştılar. Kadıköy’de açılan ateş sonucu, üç kişi yaşamını kaybetti.
16 Haziran’da sıkıyönetim ilan edildi ve DİSK yöneticileri tutuklanarak haklarında dava açıldı. Bir süre sonra davalar beraatla sonuçlandı. Ve yasa; “Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle oy birliği ile Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.
Rasim Öz, 15- 16 Haziran tarihlerinde otuzlarında bir avukattı. 15- 16 Haziran’ın yakın tanığı ve genç avukatı Rasim Öz, “Hiç aşılmadı 15- 16 Haziran dediğimiz direniş” diyerek sözlerine başladı. Türkiye sendikal hareketinin önderi Kemal Türkler ile dava ve kavga arkadaşlığını ona olan saygısı ve sevgisini borcu bilerek çeyrek yüzyıllık mücadele dönemlerini “Kemal Türkler Kürsü ‘de” adlı iki ciltlik kitapta topladı. İnandığı, dava uğruna yıllardır savaşımına devem ediyor Rasim Öz.
1960 Anayasası’nın getirdiği göreceli demokratik atmosfer de insanların çeşitli biçimde bilinçlendirilmesi ve DİSK’in kuruluşu ile birlikte işçilere eğitimlerin verilmesiyle sınıf bilincinin aşılandığının altını çiziyor.
DİSK’in öncülüğünde 13 gün gibi kısa bir sürede hazırlanan, Kemal Türkler ve arkadaşlarının kararlı tutumu ile bu destanın yazıldığını vurguluyor.
Rasim Öz; “15 Haziran’da yaşananların ardından 16 Haziran’a gelindiğinde Kemal Türkler, “Şimdi direnişimiz fabrikalarda devam edecektir” sözleriyle konuşmasına devam etti: Olaylar yaşanmıştı. Sosyalizmi bilenler devrimi sendikaların yapmayacağını da bilirler. Bir öncü parti olmadan, devrimin hedefe ulaşması mümkün değildir. Paris’te bir ihtilal, kendiliğinden gelişen direnişle burjuvaziyi yenmişlerdir ama örgütlü olmadıkları ve öncü partileri olmadığından da burjuvaziye teslim etmek durumunda kalmışlardır. Yani o hedefin sendikalar tarafından yapılmayacağı zaten bilimsel olarak ortadadır ve öyle de olmuştur. Tutuklamalar başladı ve sıkıyönetim ilan edildi. O gün toplanmıştık, bunun maliyetinin yine işçi sınıfına ve önderlerine yükleneceğini de biliyorduk. Hızla yöneticilere gıyabi tutuklama kararı çıkmıştı. Avukat olarak ben o gün sendika yöneticileri ile beraberdim. Onlara saklanmalarını, sabah saat 09.0’da adliyeye teker teker gelmelerini söyledim. Geceden basına haber verdim. Sabah adliyenin önünde basın açıklaması yaparak yöneticileri teslim ettik. Oradan sıkıyönetim mahkemesine götürüldüler. Duruşmalar müthiş bir coşku içerisinde geçiyordu. Kemal Türkler başkanlığında, Enternasyonal Marşı ile duruşma salonuna giriliyor ve çıkılıyordu.
Duruşma salonunda Yargıç Kemal Türkler’e “sanık ayağa kalk” dediğinde, Kemal Türkler ayak ayak üzerine atarak, “Benim adım sanık değil, ben Kemal Türkler ’im” dedi. Yargıç tekrar “Sanık lütfen ayağa kalkar mısınız?” dediğinde, Türkler, “Adımı söylemezseniz kalkmam” dedi. Yargıç adını söylediğinde sorgusunu tamamlayabildi.
O tarihlerde alelacele sıkıyönetim ilan etmişler ve yapay bir mahkeme kurmuşlardı. O yıllarda ben genç bir avukattım. Halit Çelenk, Mehmet Ali Aybar gibi çok değerli üstatlarımız da vardı. Duruşmalara yüze yakın avukat grubu ile girmiştik. Bütün arkadaşlarım ilk celsede tahliye talebinde bulundular. En son sözü ben aldım. Mesleki hayatımda ilk büyük siyasi davam idi. Dedim ki: ‘Benim müvekkillerim tutuklu değildir. Meslektaşlarımın bu talebine katılmıyorum.’ Salonda büyük bir sessizlik oldu. Hakkı Erkan adında bir albay vardı. Genelkurmay’ın adli müşaviriydi. Sıkıyönetim Komutanlığı’na asli görevi saklı olmak üzere atamıştı. Oysa hukuken bu iki görevi aynı anda sürdürmesi mümkün değildi. Buraya dayandırarak ‘Tutuklamayı isteyen savcı, hukuken meşru bir savcı olmadığından tutuklama talebi de geçerli değildir. Tutuklama talebi olmadan da mahkemenin verdiği tutuklama kararı da geçersizdir. Dolayısıyla onlar serbesttirler, ben müvekkillerimi alıp gidiyorum. Tahliye istemiyorum.’ dediğimde Kemal Türkler ve arkadaşların hepsi ayağa kalktılar, “Biz gidiyoruz” dediler. Yargıç çaresiz bir ifade ile yalvarırcasına ‘Lütfen oturun Kemal bey, biz avukat arkadaşın talebi hakkında karar vermek üzere oturuma 15 dakika ara veriyoruz’ dedi. Bu 15 dakika olmadı, yaklaşık üç saat sonra geldiler ve dediler ki, ‘Avukat Rasim Öz’ün talebi hakkında karar vermek üzere duruşmayı yarın saat 10:00’a erteliyoruz.’ O zaman Türkiye’de sadece radyo var bu ilk defa oradan duyurulmuştu. Biz de dönemin başbakanı Demirel’in her zamanki düzenbazlığını radyodan öğrendik. ‘Hakkı Erkan’ın Genelkurmay’daki adli müşavirlik görevine son verilerek, Sıkıyönetim Askeri Başsavcılığı’na atanmasına’ dedi ve ancak böylece tutuklamaları meşrulaştırabildi. Zaten 40 gün kadar sonra da tahliye oldular. Ama o davalar 16 yıl sürdü. Niye sürdü? Çünkü sıkıyönetim ilan edildi, sonra sıkıyönetim kalktı, sivil hayata döndük. Sivilden itiraz ettik, sıkıyönetime gitti, sıkıyönetim mahkemesi görevsizlik kararı verdi. Uyuşmazlığa gittim, on altı yıl boyunca bu davayı ki – başlangıçta yüz avukatla başlamıştık- ilk bir yıldan sora on beş yıl tek başıma götürmek durumunda kalmıştım.
12 Eylül Faşizmi ardından DİSK hakkında dava açılırken, iki temel suçlama getirdiler. Birincisi: ‘DİSK bir ihtilal örgütüdür, 15-16 Haziran’da birinci provayı yapmıştır.’ İkincisi ise: ‘1 Mayıs 1977 eylemidir.’ Bunlara dayandırılarak idam isteniyordu. Aslında 1977 1 Mayıs’ında gerçek failler hiçbir zaman yargı önüne getirilmedi ve ne acıdır ki olayın mağdurları sanık yapılmıştı. On yıl boyunca da o davayı sürdürme onurunu yaşadım. 1986 yılında 1 Mayıs 1977 sanıklarının tamamı beraat etti. Asıl faillerin bulunması için de mahkemede her yıl tezkere yazıldı emniyete, ilgili makamlara. İstediğimiz cevabı alamadık ne yazık. Ben tam *31 yıldır aynı suçlamayı her 1 Mayıs öncesi yapmaya devam ederim ama hiçbir failin kaynağı araştırılmaz. ‘Zaman aşımına uğradı’ denir. Oysa bu bir insanlık suçudur. İnsanlık suçlarında zaman aşımı olmayacağı bizim ceza yasamızda da 174 madde ile hüküm altına alınmıştır ayrıca evrensel hukuk kuralıdır. Sanıklar Beraat edince, 16 yıl sonrasında da 15- 16 Haziran davası beraatle sonuçlanmıştı. Dolayısıyla 12 Eylül faşizminin kurgusu olan ‘DİSK’in ihtilal örgütü’ olduğu iddiasının temel dayanakları, o karar kesinleşmeden ortadan kaldırılmış oldu.”
15- 16 Haziran’dan çıkarılması gereken pek çok dersler var. O günler işçi sınıfının varlığının tartışıldığı günlerdi. Türkiye’de henüz kapitalizmin gelişmediği, işçi sınıfının devrime öncülük edemeyeceğinin söylendiği günlerdi.”
15- 16 Haziran olaylarını ve sonrasını Rasim Öz iki başlıkta toparladı. “Bu eylemin birinci temel öğretisi, işçi sınıfının dosta, düşmana varlığını kanıtlamış olduğu, ikincisi de işçi sınıfı birleşince burjuvazinin korkulu rüyası olduklarını gösterdiler. Bunun akabindedir ki, 12 Mart 1971 faşizmi yeni hükümler, kısıtlamalar getirdi. Sindirme operasyonlarına başladılar, o istenilen ölçüde başarıya ulaşamamıştı.
Yeni bir kurgu ile derin Türkiye örgütlenerek, asıl hedeflerine maalesef 12 Eylül faşizmi ile vardılar. O zaman da işçi sınıfını da tamamen gerilettiler, ilerici ve devrimci güçleri ezdiler. Biz halen faşizm Anayasası ile yönetiliyoruz. Bunu lanetleyen, ‘Bu Anayasa kökten değişmelidir’ diyen Süleyman Demirel, yasağı kalkıp yeniden iktidar olunca, ‘Türkiye Cumhuriyet’i demokratik, sosyal, hukuk devletidir‘ diyerek fetvalar verip onu savunmaya başladı. Söylemde demokrat ama eylemde hiçbir zaman demokrat olmadı.”
Rasim Öz’ün günümüz işçi sınıfına bakışı, teknolojinin gelişmesine rağmen, işçi sınıfının dünyada ve Türkiye’de nicel olarak çoğaldığı yönünde. Bunu da, burjuvazinin ucuz emek ve iş gücünün peşinde olmasına ve sendikaların artık eğitim vermemesine ve örgütlü olmamaya bağlıyor.
FACEBOOK YORUMLAR