Deniz Emin TÜFEKÇİ

Deniz Emin TÜFEKÇİ

[email protected]

Turizm de 43 Yıl ve önemli dip notları -7

01 Temmuz 2020 - 08:12 - Güncelleme: 03 Temmuz 2020 - 18:15

 
Turizmin önemli isimlerinden Deniz Emin Tüfekçi, Turizmde 43 yılı yazdı. 

90’lı yıllar ve sonrası durum;
Koşullar bizi hep mehteran gurubunun adımları gibi iki ileri bir geri yürüttü. istikrar yoktu. Siyasi nedenler bunun temel nedeniydi. Böyle bir coğrafyada yaşamak kadar bu kadar kötü yönetilen bir ülke olmak da bir başka nedendi.
Turizme hazırlıksız yakalandık, ya da turizmin talebine yetişemedik. Oteller açılıyor, eleman bulamıyorduk. Anadolu’nun kırsalından gelen uyanık çocuklar Antalya ve diğer yörelerde otellerde vasıfsız işçi olarak çalışıyor, otel yöneticilerinin gayretiyle eğitilip kısa sürede nitelik kazanıyorlardı. Asıl onlar için işin cazibesi Günaydın gibi gazetelerin arka sayfasında mayolu kız resimleri yayınlayıp ‘’Olga Türk erkeklerini merak ediyorum !’’ dedi, ‘’Helga’yı kim memnun edecek!’’ gibi hayali başlıkların olmasıydı. Memnuniyet yarışına giren Anadolu’nun yağız delikanlıları her açıdan iyi çalışıyorlar, bir kısmı bir süre sonra kızların peşine takılıp,evlenip  ver elini Avrupa diyorlardı. Sahil kesiminde çalışmak, Avrupa’ya kapağı atmanın aracı olmuştu.
80 ‘li yıllara göre yerel halk biraz turizmden nasibini almaya başlamıştı. Otellerin açılıp paranın kazanılması,’’ Turizm para getirir, ahlak götürür!’’ özdeyişini yerle bir etmeye etmişti. Alanya’da mayolu, bikinili kızlara, turistlere plajda taş atan yerli halk yavaş yavaş turizmden para kazanmaya başlamıştı.
Çarpık yapılaşma, betonlaşma, denizimizin kirlenmesi, mavi bayrak aldatmacası, ki Mart ayında kimse sezon açılmadan önce  verilen mavi bayrak simgesi eğer Temmuz ayında denetlenmiş  olsaydı bayrağın rengi en iyi olasılıkla kahverengi olurdu. Denizin yüzeyini kaplayan parçacıklar durumu gözler önüne seriyordu.93 yılında Abdülkadir Ateş beyin bakanlığı döneminde ATAK projesi ile sahil kesimindeki atık suyu yok etme çalışması başlayınca bir süre durum idare edilse de sonraki yıllar değişen bir şey olmadı.
70’li80’li hatta 90’ların ilk yarısına kadar sektörde görev alan nesil, eşi benzeri dünyada kolay kolay bulunmayan bir nesildi. Beyaz kuğular arasında benim gibi ‘’siyah’’ kuğuyu arayıp, bulan bir nesildi.
Antalya’da  Kemer bölgesini Dünya bankası kaynakları ile’’Güney Antalya projesi’’  sayesinde örnek bir bölge haline getiren anlayış Özal ile birlikte terkedilip, ‘’bırakınız yapsınlar, hatta yağmalasınlar..! ‘’ anlayışı ile yer değiştirdi. Hala da tüm hızıyla süren otel yatırımı teşvikleri, 90’lı yıllarda yarım pansiyon fiyatları ile satılan otelleri, her şey dahil sisteminde daha da ucuza satılmasına yol açtı. Her açılan otel, fiyatları biraz daha aşağıya çekmekten başka bir işe yaramadı. Bunu göremeyen kör gözler bu günün kötü tablosunun baş mimarlarıdır.
 
Hele şehirlerde %50’yi bulmayan doluluklara karşın hala otellerin açılıp teşvik görmesi turizm politikalarımızın olmadığını, her hangi bir stratejimizin oluşturulmadığını, kısa dönemdeki engelleri aşacak taktiklerimizin bile olgunlaştırılmadığını göstermektedir. Turizm eğitimi ise bir başka içler acısı durumu işaret ediyordu. Tv’lerde maç yorumu yapıp, antrenörleri, futbolcuları kıyasıya eleştirip onlara akıl öğreten futbol yorumcularının, gün gelip bir futbol takımını çalıştırdıklarında takımlarını küme düşer duruma getirdiklerini hepimiz biliriz. Turizm eğitmenlerinin, üniversitedeki hocaların durumu da bence böyle. Sadece garson yetiştirme, yemek yapma konusunda iyi olduklarını söylemekle yetineyim. Mezun ettikleri bir çok öğrenci birkaç bilinen Üniversitedeki  eğitim dışında bir çok şeyi sektördeki kuruluşlarında öğrenmişlerdir.Aslında dünya’ya turizm dersi verebilecek çapta hocalarımız da vardı.Bunlardan birisi, Turizm bakanlığı da yapmış olan Prof.Abdülkadir Ateş idi.Mısırın başkenti Kahirede ,6 Doğu Akdeniz ülkesi Turizm Bakanı bir masada oturmuş, konuşmalarını yapıyorlardı.Abdülkadir bey sözü alınca, masada duran Pet su şişelerini gösterip, ‘’ Biz hem çevreden bahsedip hem de pet şişe ile tolantıdaki su  ihtiyacını karşılamıyoruz, cam bardak, sürahi kullanıyoruz! dediğinde diğer 5 bakan da ev sahibi Mısırlı bakan ile birlikte unutulmaz bir dersi almışlardı.
Döviz kazandırıcı hizmetleri teşvik eden yasayı Çiller döneminde kaldırmaları işin bir başka garabetiydi. Turizm içinde teşvik görmeyen tek yapı, seyahat acentalarıydı. Bu halen de böyledir. Ne doğru dürüst Kobi tanımına sokulmuş, ne ihracatçı sayılmış, ne kdv istisnasından yararlandırılmışlardır.  Dolap beygiri benzetmesi seyahat acentalarımız için az bile gelir.
Her ülke bir çiçektir, Türkiye diğerleriyle kıyaslandığında en nadide ve en çok çeşit çiçeğin olduğu tanrının bunları cömertçe bağışladığı bir ülkedir. Bu çiçekleri 60’lı 70’li hatta 80’li yıllarda sulayıp serpilmesini sağlayan ülkemizdeki müthiş neslin bir benzeri bir başka ülkede görülmemiştir.40 yılda kırk katı büyüyen bir turizm ekonomisinin mimarlarıdır bu neslin üyeleri. Keşke siyasetin karar vericileri de bu nesle ayak uydurabilseydi. Öyle olabilseydı, hem turizm gelirimiz çok artacak hem de sektörde çalışanlar hak ettikleri gelir düzeyine kavuşabileceklerdi. Siyasetin zavallılığı ülke olarak turizmden çok para kaybetmemize yol açmış, doğanın dengesini bozmaktan başka bir şey yapmamışlardır.
Umarım ‘’Pandemi’’ bu konuda doğru adım atmamızın yolunu açar.
 
Yalnızlığım ;
Kendi işimi yapmaya başladığım yıllarda ve daha sonrasında hep yalnızdım. Bir karar alacakken sadece duvarla konuşabiliyordum. Önümde örnek alabileceğim, fikrini sorabileceğim kimseyi göremiyordum. Karanlıkta yürüyordum, hem de olanca hızımla bir yere toslamadan.
Tam bir Yalnız kovboy! portresiydim. Ofisimde çok sayıda çalışan olduğu  dönemde bile kapıyı açmam, çay yapmam, beni tanımayan çoğunlukla otelci misafirlere ‘’patron nerede’’! sorusunu bile sorduruyordu. Rahat, saygılı, güler yüzlü, ve içten tavırlarım  statüsüne aldırmayan davranışım kimseyi ezmediği için çok çabuk ısınıyordu iş yaptığımız kişiler. Resepsiyonda  çalışırken tanıdığım bir çok dostum yıllar sonra koca otellerin G.Müdürü olarak karşıma çıktığında aynı içtenlikle ilişkilerimizi yürütmeyi becerdik.
Aldığım kararların doğruluğu bana moral ve güven veriyordu. İyi bir gözlemci olmam bana her açıdan büyük yarar sağladı. Kendime güvenim yüksek olması bir çok işimi kolaylaştırdı. İş yaşamımda insanlara gösterdiğim saygı, sevgi bana çok şey kazandırdı. Düşündüklerimi korkusuzca, kaygı duymadan paylaşmam belki bir çok kişinin hoşuna gitmiyordu ancak doğru söylediklerimi bildikleri için itiraz da edemiyorlardı. Genelde turizm camiasında herkesin yoğunlaştığı arkadaş guruplarına girmiyordum, belki de giremiyordum. Hiç bir üretkenliği olmayanların arasında vakit kaybetmek hoşuma gitmiyordu. Karnından konuşan, kapı dışında başka şeyler söylerken içeri girdiğinde ‘’el pençe divan duran!’’  İnsanlardan uzak durdum. Böyleleri ne yazık ki hem meslektaşlarım hem de turizmdeki bürokratlar arasında çokça idi.
 
Buharlı tren turları, İstanbul’un hanları, Sulukule, Roma kral ve kraliçeleri;
Tarihe not düşmek anlamında bir zamanlar bu ülkede neler yapılmıştı, neler üretmişiz onlardan bahsetmekte yarar var.
Avrupa’da 70’li yıllarda artık ‘’buharlı tren’’ seferleri doğu bloku ülkelerinde bile ulaşımda kullanılmaz olmuştu. Ancak buharlı trenlerle yıllarca ulaşım sağlayan Avrupalılar, bu alışkanlıklarını halen Buharlı trenlerin yolcu ve yük taşımacılığında kullanıldığı ülkelerde nostalji yaşamak adına sürdürmek istiyorlardı. Tesadüfen Hollanda’da ‘’Buharlı tren meraklıları’’ gibi tercüme edebileceğim bir kuruluşla yollarımız kesişti.
Daha doğrusu Hollanda, Almanya arasında bir trende tanıştığım yolcu ile sohbet ederken, sizde Buharlı tren var mı! diye sorunca, olmaz mı, her yerde çalışıyor! dedim. Sohbetin sonunda onların derneğine bilgi içeren bir teleks gönderip bir tur düzenlemesinde onların işini yapma görüşü oluştu. Ben önceleri sanıyordum ki gelen misafirler bu tür trenlere binip şehir şehir dolaşacak. Hollanda dilinde basılan bir broşürlerini gönderdiler. Amerika’dan Hindistan’a, Afrika’dan İtalya’ya her yere turları var ve trenle uzun yolculuk yapmak yerine kısa mesafelerde yolculuk yapıyorlar ama çoğunlukla lokomotifi inceliyorlar, atölyelerini ,istasyonları geziyorlar, ‘’line siding’’ dedikleri tren yoldayken otobüsle treni takip edip uygun yerlerde paralelinde giderek fotoğraf ve video çekiyorlardı. Program istediklerinde ne yapacağımı bilemiyordum. Kaç kere Sirkeci ve Haydarpaşa garına gidip bilgi almaya çalıştım. Daha oradayken sorduğum sorulara bakıp ‘’Sen niye bu soruları soruyorsun, amacın ne!’’ diye sanki casusmuşum gibi bir davranış gösteriyorlardı. İmdadıma bir acentanın İngiltere’den gelecek, yine aynı tarzda bir turunun rehberliğini yapıp yapamayacağım sorusu yetişti. O turda yeterince bilgi toplamış, hatların hepsini ezberlemiş birisi olarak turu yaptım. Trenleri öğrendim, lokomotiflerin tiplerini markalarını, modellerini öğrendim. Tren tamir ve bakım atölyelerini o kadar önemsiyorlardı ki istasyon yöneticileri, bırakın fotoğraf çekmeyi, içeri ile adım atmamıza izin vermiyorlardı. Balıkesir Savaştepe istasyonunda turistlerden atölye girişinde birisi fotoğraf çekince,  ‘’Ya filmi verirsin, ya polis çağırırım!’’ diyerek olay çıkarmış, zar zor durumu tatlıya bağlamıştım.
İstanbul’dan, Balıkesir, Bandırma, Arifiye, Adapazarı, İzmir, Basmane, Alaşehir, Burdur, Isparta, Eğirdir, Gümüşgün, Sivas, Samsun, Kütahya, Konya havalisinde çeşitli tarihlerde 3 tur daha düzenledim. Bizden başka da bu işle uğraşan yok gibiydi. Çok iyi bir kar marjı ile iş yapıyorduk.
Eğirdir istasyonu tam gölün kıyısıdır. Bir demir viyadükten geçerken gölün o muhteşem yeşilimsi mavimsi karışımı rengi, Komando okulunun üst tarafındaki dağlar karla kaplı, dağlar yemyeşil ve Papatya tarlası, Gelincik tarlası gibi, kara tren kara dumanını çıkartıp gelirken çekmiş olduğum fotoğrafı hiç unutamam. Ofisimdeki 1992 yangında bini aşkın  diğer ‘’slide’’ filmlerim gibi o da yok oldu. Türkiye’nin tanıtımında kullanılabilecek kompozisyonda ve kalitedeydi.
80’li yılların sonlarına doğru tüm buharlı trenleri seferden kaldırıp, lokomotifleri de o zamanın parasıyla 500bintl’ye sattılar. Milli, ulusal değerlerimizin köküne kibrit suyu ektik. Kaç tane yazı yazdım ilgililere ve basına, bunları müzelere koyalım diye. Sirkeci ve Haydarpaşa’nın önlerine koyduk dedi bir görevli, birer tane.
Bu gün İstanbul’da 2-3 güne sıkıştırılan turlarımız, daha 80’li yılların başında o kadar çok çeşitliydi ki, bu gün kimsenin pek aklına gelmeyen işler yapıyorduk. Bir hafta İstanbul turunun 5 gününü sadece Mısır çarşısı ile Kapalıçarşı arasında kalan Mahmutpaşa bölgesindeki 25 civarındaki eski ‘’Hanları’’ gezerek geçiriyorduk. ‘’Caferilerin’’ hanında gördüklerim bu gün bile hafızamda iz bırakmıştır. Şimdi o hanların hepsi duruyor ama ,o görüntü ve kültürün yerinde yeller esiyor.
 
Sulukule;
Yaz aylarında İstanbul’a gelen hemen her gurubumuzu gece turu niyetine Sulukule’ye götürür, müzik ve dans ile harika bir gece yaşatır,Çingene(Roman demek de nereden çıktı) vatandaşlarımızın evlerinde hazırladığı basit yemeklerin servisiyle evlerin birisine konan üzerinde gazete kağıdı olan tahta masa ve sandalye ile ağırlardık.
Bizim işimiz hayal satmak,turisti bir antik kente götürmek yetmiyor, onların bir de 2000 yıl önceye götürmek gerekiyor işin tadına varabilmesi için.Tarihe yolculuğa çıkartıyorduk, Mars’a yapılacak yolculuk gibi.
Anadoludaki bir Roma dönemi  kentinde  çok seçkin 14 kişilik guruba özel bir program yapmamız istendi. Parada sorun yoktu!, unutulmayacak bir anı olması yeterdi. Tahtadan taht’a bindirip 2000 yıl önceye götürmeye karar verdim. Sümerbank’tan aldığımız beyaz patiskadan çengelli iğne ile yaptığımız Romalı kıyafeti, inşaatta harç taşımaya yarayan iki kişinin önlü arkalı saplı tahta taşıyıcı,(yani taht!), tahtı omuzlarında 4 tarafından  taşıyacak  ayakkabı boyasıyla yüzlerini vücutlarının görünen yerlerini siyaha boyadığımız ‘’köle’’ rolünde  4 inşaat işçisi, taht üzerine halıcıdan aldığımız  ipek halı, Ören yeri agorasında dükkan sahibi! Sandalet üreten, gümüş işleri yapıp satan iki üç açık dükkan… obüs topu büyüklüğündeki videoyu  çeken üç adam, kömürle flaş çakan eski model 4 fotoğraf makinesi, kölelerin! Tahta oturtup taşıdığı asiller, kral ve kraliçeler, başlarında baya bildiğimiz defne ve zeytin yapraklarını altın varakla boyadığımız taçlar….15-20 dakikalık bir Roma dönemi yaşamı…,normalde 25 dolara satılan Efes turunu adam başı on beş katı fiyata, pek de fazla ek masraf yapmadan  pazarlayıp satmanın ötesinde, aradan geçen on beş yıl sonrasında bile unutulmayan anıyı bize hatırlatan bir misafirimiz, ‘’Dünyaca meşhur oldum’’ !  o gün çektirdiğimiz fotoğrafları ve videoyu arkadaşlarıma  gösterdiğimde.., dedi gülerek.

Deniz Emin Tüfekçi
Devamı >>>>>>>
Baştarafı<<<<<

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum