Turizmin önemli isimlerinden Deniz Emin Tüfekçi, Turizmde 43 yılı yazdı.
12 Eylül askeri darbesi;
1980,Eylül ayında Prag’da BITEJ toplantısına katıldım. Haber o gün,12 Eylül, öğle vakitlerinde ulaştı. Askerler Türkiye’de yönetime el koymuştu.
Direk uçak olmadığı için Atina üzerinden gidip geliyordum.5 gün sınırlar kapalı olduğu için Atina’da kaldım. Haberleri yarım yamalak alıyor ama işin doğrusunu bilemiyorduk. Sol eğilimli bir gençlik teşkilatı olarak topun ağzında olduğumuzu tahmin etmek zor olmadı.
Bütün partiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri öğrenci kuruluşları, dernekler, otomobillere triptik hizmeti veren Türk Turing dışında kapatıldı.
Faaliyetlerimiz yasaklanmıştı. Arada bir ofise uğrayıp durumu anlatan mesajları yurt dışındaki acentalara bildiriyor, gelenlere de kapalıyız! diyordum.
5 kasım 1980 sabahı, ofise geleli 10 dakika bile olmamıştı, o zaman Beyoğlu, Yeşilçam sokakta, Emek sinemasının karşı çaprazında yer alan TMGT ofisinin kapısının kurcalandığını duyunca kapıyı açtım. Karşımda bir çilingir, karacı Albay, biri denizci iki yüzbaşı, birkaç üsteğmen, teğmenler, Astsubaylar ve daha sonra camdan baktığımda gördüğüm 3 Cemse(GMC marka askeri kamyonlar kısaca Cemse olarak okunurdu)dolusu 100 civarında tam teçhizatlı asker, sanki çatışmaya gelmişti.
Albay, tüm gün tüm evrakların hesabını, Rus ve Bulgar acentaların kril alfabesi ile yazılı kağıt başlıklarını göstererek bizim komünistlerle işbirliği yaptığımızın belgesi olduğunu söylediği kağıtları bana tercüme ettirmeye çalışıyordu. Söylemezsem söyletmesini iyi bilirdi! gibi uyarılarla bir çok soru sorduktan sonra biraz da Deniz Yüzbaşısının Adadan göz aşinalığı sayesinde Albayın ‘’bir daha gözüme görünme’’ tehditi ardından gözaltına alınmadan TMGT ofisinden anahtarları teslim ederek ayrıldım.Yönetimden bir Allah’ın kulu yoktu. Ne arayan ne soran vardı, hepsi bir yere sinmişti. Sanki koskoca TMGT’nin sahibi bendim.
O dönemde gözaltına alınmak, sorgusuz sualsiz ‘’kaybedilme’’ tehlikesini de taşıyordu.
Yaşadığım en büyük travma bu diyebilirim. Okyanusta bindiğim kayık sanki altımdan alınmıştı. Turizm yaşam okulum, ilk göz ağrım, geleceğe yönelik hayallerim 12 Eylül cuntasının postalları altındaki çiçekler gibi ezilmişti.
Kıyameti mezarda bekleyecek halim yoktu;
Turizmci değil, turizmli olduğumu hissettim. Kanıma işlemişti turizm.
40 küsur yıldır değişmeyen amatör ruhum beni o dönemde ayakta tutmaya yetti. Zaten sonraki yıllarda gördüm ki, turizm amatör ruhunu kaybettiği anda, ev yemekleri yapmaktan vazgeçip, yemek fabrikası işletir duruma dönüşüyorsun.
Hal buki, yaptığın yemeğin tadı senin ruhundan, elinden, yönetiminden gelen beceriden başkası değil. Misafirlerini de asıl memnun eden bu. İnsanla bu kadar iç içe bir başka işin de olduğunu sanmıyorum.
Turizm, seyahat acentacılığı doğası gereği kişi işi. Kurum olduğunuz zaman işin ruhunu yitiriyorsunuz. İşinizde ne egoya ne komplekse yer yok. Bavul da taşırsın, göbek de atarsın, çok ciddi konferanslar da verir, ülkeni temsil edersin. Asıl kazancın hizmetin sonunda aldığın teşekkür, memnuniyet ifadeleridir, para zaten ister istemez kazanılıyor onun ardından. Turizmin eğitimini de yaşayarak alıyorsun işini yaparken.
Bizim işimiz insanların ruhuna masaj yapmaktır!
Turizm o yıllarda deniz, kum, güneşten ibaret değildi, hatta bu saydıklarım pek de önemli görülmezdi turizm ürünleri içinde.
Deniz, kum, güneş birçok rakip gördüğümüz ülkede vardı. Asıl, rakip olarak gördüğümüz ülkelerde olmayanlar önemliydi.
Bizde o kadar bol idi ki kültürel, doğal, folklorik değerler onlarda ya hiç, ya da çok azı vardı bunların. Neyi öne çıkarsak, bir numaraydık.
İtalya’nın yedi katı antik Roma kenti, Yunanistan’ın yedi katı antik Yunan yapısının olduğu bir ülkede sadece arkeolojik kültürel alanlar değil, misafirperverlik, folklor ve müzik, 3000 çeşit yemek,600 çeşit tatlı, doğal güzellikler, dünyada eşi benzeri görülmeyen Pamukkale, Kapadokya gibi yerler, kaplıcalar, göçmen kuşlar, dağlar, deli ırmaklar, ıslıkla haberleşen köylüler ve köyleri, endemik bitki ve hayvanlar ’İşte Türkiye!’ dedirtiyordu.
Sahip olduklarımızın farkındaydım ve dünyanın gezginlerinin bunları çok kısa süre içinde bilmek, görmek, yaşamak isteyeceklerinden emindim. Elimizde çok güzel ürün tepsisi ve ihtiyaç duyan, sayıları her gün artan müşterisi vardı. Tanıtmak ve pazarlamak önemliydi ve ben zaten bunun eğitimini görmüştüm Boğaziçi’nde.
TMGT’nin kapatılması tüm dünyamı yıkmıştı, bir yıl kadar gemicilik, ihracat gibi işlerle uğraştım. Aklım turizmdeydi. Bir ilana başvurdum, ortak ve müdür olarak iç turizm, şehir turu gibi bir şeyler yapıyordum ama aradığım ortam değildi.
Demokrasi yoksa turist de, turizm de yok!
Bir Avrupa turu yaparak daha önceden tanıdığım yurt dışındaki acentaları ziyaret etmeye karar verdim. O dönemde yurt dışına çıkış sınırlı, döviz de vermiyorlar, kaldı ki yeni kurulmuş bilinmeyen bir acentanın müdürü olarak vize almam da zor ve zahmetli olacaktı. Bir TIR şirketinin sahibi arkadaşıma beni TIR personeli olarak yurt dışına çıkartıp gereken vizeleri almasını rica ettim. Bu yolla 2 haftada her şeyi hallettiler. Karlı bir İstanbul sabahında, bir elimde broşür ve vereceğim hediyelerin olduğu bavul, diğerinde el çantam Aralık ortasında İstanbul’dan bindiğim TIR’da yatıp, yol alarak bir hafta sonra Macaristan, Budapeşte’ye, Bulgaristan, Romanya üzerinden vardım. Ondan sonra trenle tam 12 ülkeyi 35 günde kapı kapı acentaları ziyaret ederek gezdim. Yılbaşı tatilinde bile yöneticileri evlerinde bulup konuşuyordum. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e sınırdan kontrolsüz geçince kuşkulandım. Kaçak giriş yaptım sanmasınlar korkusuyla bir arkadaşımla o kapıya gittim. Polis,’’ biz hep Türklerin peşinden koşardık, ilk kez bir Türkün bizim peşimizden koştuğunu gördük, bu kapı özgürlük kapısı, Doğudan gelen herkese kapımız açık, o nedenle politik olarak kontrol yapmıyoruz, 3 ay çalışabilirsin’’ dedi.
Birçok ülke ve kente ilk kez gidiyordum. Soğuk kar kış demeden, gittiğim kenti boş vakitlerimde yürüyerek geziyordum.
Türk olmak!
Köln Mobilya fuarı nedeniyle oteller doluydu, bir pansiyona yönlendirdiler, genç bir karı koca karşıladı, nereli olduğumu sordular, tahmin edin dedim, Kanada’dan Romanya’ya neredeyse 15 ülke saydılar, Türküm dedim, adam güldü, ben Türkleri biliyorum, bizim fabrikada beş bin Türk var! dedi. Pasaportumu görene kadar inanamadı. Üç akşam uzun uzun akşam yemeği anlaşmaya dahil olmamasına karşın yemeklerine davet edip sohbet ettik. Paris’te sorduğum adresi Fransızca sormadığım için söylemeyen en az on kişiyi tanıdım. Türk olduğum için bavulumu alt üst edip beni trenin bir ucundan diğerine peşinden pasaportumu alıp götüren sonra hiçbir şey olmamış gibi geri veren Yunanlı biletçiyi tanıdım, Atina’daki candan dostlarımı da tekrar gördüm. Acı olan tek bir şey vardı. Askeri cuntanın demokrasiyi ortadan kaldırdığı ülkeme hiç kimse turist göndermeye yanaşmıyordu. Boşu boşuna Türkiye’yi broşürlerimize almayız, kimse gelmez, yazık olur masrafımıza ! diyorlardı. Koskoca geziden elime sadece bir Belçikalı acentanın turu geçti. Kar, soğuk, geceleri trende gündüz şehirlerde acenta ziyaretlerinde geçen bu seyahat moralimi çok bozdu. Tüm kapılar 12 Eylül Kenan Evren cuntası yüzünden yüzüme kapandı. Demokrasi yoksa turist de turizm de yok! demeye getirdiler.
Şehir turları ve iç turizm yapmaya başladım. Rehber yok, fazla otel yok, olanlar zaten paylaşılmış. Bir ekip kurup en küçük, en kıyıda köşede otellerin resepsiyonlarıyla işbirliğini geliştirdim. Büyük oteller yüzümüze bile bakmıyor, verdiğimiz broşürleri biz kapıdan çıkar çıkmaz çöpe atıyorlardı. Ben de broşürü o nedenle azar azar veriyordum. Bu arada kısa dönem askerlik yaptım.
Küçük ama önemli dersler!
Giderken sistemin yürümesi için sıfırdan yetiştirip eğittiğim, çok sonraları çok iyi acenta sahibi, ya da rehber olan bu çocuklardan en akıllı görüneni yerime yönetici yaptım. Hepsi çok iyi arkadaşlardı. Askerliğin yarısında ikisi Menemen’deki birliğime ziyarete geldi. Yeni yöneticileri, eski can ciğer arkadaşları onlara çok kötü ve kaba davrandığı, masaya ayağını uzatıp bana çay getir!! türü, benim hiç yapmadığım hareketleri onlara yapması nedeniyle işten ayrılacaklarını söylediler. İkna ettim ama bir hafta sonra işi bırakmışlar.
Ders 1-bir pozisyonda iyi olan kişi, başka bir sorumluluk yüklediğinizde aynı başarıyı gösteremiyor.
İkinci ders ise; işi kime verirsen ver, her zaman gözün işte olsun!
İşimi iyi ve severek yapıyordum ama hesap vereceğin insan senin kafanda olmalıydı. Bir süre sonra iki arkadaşın teklifi ile sermaye olarak bilgimi onların da para koyduğu bir acenta açtık. Şehir turlarına devam ediyorduk.
Deniz Emin Tüfekçi
Baştarafı<<<<<<2
Devamı>>>>>4
FACEBOOK YORUMLAR