Merhaba sevgili okurlar, gazetemizin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı yayınında bir etnomüzikolog olarak yitip giden geleneksel müziğimizi ve geleneksel değerlerimizi anmak istedim.
Umarım hep birlikte biraz geçmişe yola çıkarız ve günümüze tekrar gelerek bazı değerlerimizi tekrar gözden geçirme fırsatı buluruz.
Önce biraz tarihi ve akademik bilgi vermek isterim.
Yaklaşık MÖ.III. yüzyıla tarihlenen Türk Müziğinin kökeni, çeşitli hükümdarlıklar ve en sonunda Türkiye Cumhuriyeti dönemi ile devam eden gelişim, değişim ve başkalaşım süreçlerini içinde barındırır.
Cumhuriyetin hemen öncesinde Geleneksel Türk Müziği, sanılanın aksine, bir zirve dönemi yaşamamaktadır. Özellikle II. Abdülhamid ve Sultan Aziz dönemlerinde batı müziğine karşı önemli bir eğilim baş göstermiştir. Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önce 1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanından hemen sonra Enderunun kapatılması sonucunda, aristokratların saraylarındaki Türk Müziği ekipleri yerini hızlı bir değişimle batı müziği orkestralarına, bandolara bırakır. Bu dönemde Geleneksel Türk Müziği tek koruyucusu olarak kalan ve son büyük eserlerin de bestelendiği Mevlevihanelerde kendine yer edinir.
Geleneksel Türk Müziğinin tekrar rağbet görmesi ve toplumda kendine yer edinmeye başlaması Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına denk gelir. Özellikle Türkiye Radyo Televizyon kurumunun kurulması ile birlikte Geleneksel Türk Müziği icrâları ve icrâcıları tarih sahnesinde tekrar boy göstermeye başlarlar.
Bu dönemde solo icra kültürünün henüz çok yeni olması nedeniyle pek çok aksaklık yaşanır. Türk Müziği solo kültürünün tek icra alanı olan gazeller ve tek solistleri gazelhanlar yeni dönem makamsal yapıların seslendirilmesinde geleneksel unsurları takip eder. Tüm bunların dışında, İtalya’da şan tekniği eğitimini alan Münir Nurettin Selçuk günümüzde de geçerliliğini sürdüren yeni solo akımını ve icra tekniğini halkla buluşturur. Bu bağlamda, pek çok kaynakta Münir Nurettin Selçuk’tan “Türk Musıkîsine smokin giydiren üstat” olarak bahsedilmektedir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında TRT, Geleneksel Türk Müziği, Geleneksel Halk Müziği, Batı Müziği, Caz Orkestrası başlıkları altında, halkın bilinçlenmesi, milli şuura sahip çıkması, evrensel müziği kavraması adına önemli çalışmalara imza atar. Atatürk tarafından yurt dışına gönderilerek batı müziği temellerini öğrenip ülkemizde eser üretmeye başlayan büyük bestecilerin eserleri de artık kendini göstermeye başlamıştır.
Bu dönem açıkça bir kopuş, başkalaşım ve yanılsamalara neden olan ve II. Meşrutiyetin ilanından sonra da yaşanana benzer bir değer kaybına götürür.
Geleneksel Türk Müziğini, Geleneksel Halk Müziğini Batı müziğinin altında hatta gölgesinde bırakmak…
Öyle ki çağdaşlığın, demokrasinin, modern dünyanın parçası olduğumuzu da haykırdığımız milli bayramlarımızda tamamen batı müziği kuralları ile bestelenmiş marşlar ve eserler yayınlanırken geleneksel ve dini bayramlarda “alaturka” olarak tabir edilen fasıl heyetleri ve halk müziği korolarının eserlerini dinler oluruz. Bu arada “alaturka” esasında bir tarz ya da ekol değil “Türk gibi” anlamına gelen bir sözcüktür.
Bir alt mesaj olarak, çağdaşlığın geleneksel müzikle ve geleneksel kültürle gelemeyeceği olgusu yaratılır. Bu bilinçli mi yoksa bilinçsiz bir yaklaşım mıdır, bilemiyoruz. Dönemin kültür politikalarını düzenleyenlere özellikle sormak gerekirdi. Maalesef bu yaklaşım her türlü müzikal akım popüler kültürün altında ezilerek yok olmaya başlayıncaya kadar devam eder. Muhafazakâr ve geleneklere bağlı olduğunu iddia eden siyasi iktidarlar dahi bu akıma bir şekilde dahil olurlar.
Bu durumlara paralel olarak gelişen en önemli unsur kültürel başkalaşım ve sosyolojik değişimdir. Özellikle müziği dönem sosyolojisinin dışında değerlendirmek mümkün değildir. “Toplumlar her dönem başka bir şekilde ah der”. Bir dönem bakarsınız isyan eder başka bir dönem boyun eğer. Bu durum edebiyatı şekillendirir, melodiyi şekillendirir ve komple olarak müzik yeni bir tür halinde karşımıza çıkar.
Cumhuriyetin ilk yıllarında geleneksel müzik akımlarımızın aktarılması adına önemli çalışmalar yapılır. Çünkü toplumun milli birlik, beraberlik ve milli şuura ihtiyacı vardır. Büyük savaşlar verilmiş ve yeniden şekillenen sınırlarımız içinde milli birlik ve milli şuur ile yeniden şekillenmesi gereken bir halk vardır.
İlk yıllar geleneksel müzik akımlarını kahramanlık şiirleri, vatan - millet aşkı temalı şiirler yönlendirir. Bu dönem Lale Devri’nden beri devam eden aşk, sevgi, tabiat konularında eserler verilmesini tabi ki etkilemez ama bu tarz eserlerin azalmasına neden olur. Müzik de kendi devinimi içinde ayakta kalmak adına gündeme uymak zorunda kalmıştır.
70’li yılların sonuna kadar devam eden bu dönemde makamsal marşlar, kahramanlık türküleri daha önceki dönemlerdeki aşk, sevgi, tabiat konulu eserlerin yanında boy göstermeye başlarlar. TRT kayıtlarında dinlenilen ve artık solo eserler okuyan şarkıcılar bir Orta Doğu geleneği olan müzikli içkili/içkisiz gazinolarda da artık seyirci karşısına çıkmaktadırlar. Pırıltılı ve hareketli bu gece hayatı kültürü makamsal müziğin popüler kültür olduğu dönemlerde kendi starlarını yaratır.
80’li yıllardan itibaren büyük kentlerin en büyük sorunu olan göç çoğalır. Ülkenin pek çok farklı noktasından büyük kentlere, özellikle İstanbul’a doğru başlayan bu göç, gelen büyük halk kitlelerinin kendi kültürlerini de büyükşehire taşıması ile birlikte daha çok büyük şehirlerde varlığını sürdüren ve zorlukla gelişmeye çalışan Geleneksel Türk Müziğini bir başkalaşım haline sokar. Bu başkalaşım Anadolu'nun son yüzyıldaki müzik yaklaşımı “ham sanat” olgusuna yakındır. Ağıtlar, düğünler ve ilahiler en önemli müzikal yapıyı gösterir. Bu yaklaşımı büyükşehirdeki kültüre bağlamaya çalıştığınızda ise arabesk ve taverna akımları doğar. Malum müzik dinleme yeteneği henüz ağlamak ve dans etmek arasında gidip gelen, müziği sanatsal bir yaklaşım olarak tanımayan yeni şehirliler için duyguları harekete geçiren ve çoğunlukla büyük şehirlerde gelişmiş olan müzikal bir dinleti henüz anlamsızdır. Anadolu’da tabi ki bunların dışında gelişmiş olan önemli dinleti kültürleri de vardır. Örnek vermek gerekirse, Sıra geceleri, divan toplantıları vb. sayılabilir. Yine bu durum yeni doğan müzikal kültürlerin yozluk, bayağılık vb. kavramlara sahip olması değil geleneksel kültürün başkalaşması olarak tanımlanabilir.
Daha sonrasında kontrolsüz göç, büyük şehirlere gelen insanların kendi kültürlerini bir arada tutmaya çalıştığı yeni akımların başlamasına da neden olur. Türkü barlar, Türkü evleri bu dönemde karşımıza çıkar. Maalesef ki burada da geleneksel türküler, yeni üretilen arabesk ve popüler kültür besteleri altında ezilirler.
90’lı yıllara geldiğimizde Avrupadan gelen gurbetçiler ve çocukları da artık toplum sosyolojisinde yeni şekillendirmelere yol açarlar. Popüler müzik cover olmaktan çıkmış, iyi bestecilerle Avrupa aranjelerinin benzerleri ile yorumlanmış ve iyi yorumlarla seyirci karşısına çıkan solistlerle yükselmiştir. Burada dikkat çeken unsur batı müziği mantığı ile üretilen eserler kadar makamsal popüler müzikte büyük bir çıkış yapar. Bu çıkış batı tabanlı popüler müzik yapan icracıların dahi makamsal popüler müzikte eserleri yorumlamasına neden olur. Minarelerinden makamsal ezan okunan, cem evinde makamsal deyişler okuyan, kilise ayinleri, sinogog ilahileri makamsal olan toplum,tabi ki kendine yakın olan kültürü seçecektir. Bu dönemde Avrupanın müzikal kültürü ve değişimi de Türkiye’de kendini göstermeye başlar. Underground barlar, chillout barlar, club kültürü vb. eğlence mekanları değişime uğramış ve popülize olmuş-değişmiş Avrupa müziğini de kültürünü de bize dahil etmeye başlamıştır. 80’li yıllarda zirve yapan geleneksel müzik akımlarının sahnelendiği gazino vb. oluşumlar bu dönemde hala varlığını sürdürmektedir. Assolist, Türk Halk Müziği, Türkçe sözlü hafif müzik sanatçıları bu gazino ve lokallerde günün sevilen eserlerini seslendirirler. Bazı idealist solistler programlarının ilk bölümlerinde geleneksel müziğimize ait eserleri okumaya çalışsalarda, gazino müşterileri artık yeni şehirlilerden de oluşmaya başladığı için eserler meyhane ağzı tabir edilen bozuk bir yorumla icra edilir. Geleneksel halk müziği solistleri programlarının ikinci bölümünde ise tamamen arabesk ve düğün temalı programlarla yine yeni şehirlilere programlar sunarlar. Devlet desteği ile ayakta duran ve geleneksel müziğimizin belki de hamiliğini yapan TRT kurumu ise hala popüler kültür altında ezilmemiştir. Geleneksel icra tekniklerini belki kendine göre biraz modernleştirerek yalnızca Münir Nurettin Selçuk ve ekolünün doğrultusunda revize ederek, katı bir tutumla tarihsel - kültürel değerimiz olan geleneksel müzik akımlarımıza sahip çıkmıştır. Bu durum da çok uzun sürmeyecektir. Hala bayram sabahları TRT’de ve dönemin meşhur Polis Radyosunda güzel fasıllar, güzel halk müziği türküleri dinleyebildiğimiz dönemlerdir.
2000’li yıllar çöküşün büyük oranda başladığı ve belkide yok edişin tırmandığı dönemdir. Siyasetin ve sosyolojinin başkalaşması, ezilen olduğunu iddia eden Anadolu halkının büyük şehirlere çok büyük oranda göçmesi, kendi kültürlerinin her kültürün üstünde olduğunu iddia etmesi ve bu konuda diretmesi ancak bunu da doğru olarak sunamaması büyük bir sosyolojik kaos yaratır. Bu kaos tabi ki müziğe de büyük oranda etki eder.
Türküler artık Anadolu’yu çağrıştırdığı için sevilmezler. Bunun yerine, çağdaşlaştığı iddia edilen yeni türkü-beste formatları (kısmen arabesk) yaklaşımlar artık daha popülerdir. Anadolu insanının yüzlerce yıllık ağıtları, halayları, düğün-kına nağmeleri yerini bol darbukalı, bol kemanlı, batı alt yapılar eşliğinde düzenlenmiş şarkılara bırakır. (burada çok önemli bir konu da yapılan armonizasyonun geleneksel müzik yapımızla uyum sağlamaması olduğudur. Bu konuda yaklaşımlarıma, bir akademik makalemde değiniyorum. İlgisini çeken ve bu konu ile ilgili bilgi sahibi olmak isteyenler bana ulaşabilirler.) Türkü icrasında bulunduğunu iddia eden pek çok sosyal mekan ve medya programı ise Anadolu türkülerinin zenginliğini adeta görmezden gelerek, türküleri bağlama eşlikli şarkılar halinde sunmaya başlarlar. Halbuki büyük bir çalgı çeşitliliğine sahip olan coğrafyamızda, henüz varlığı iki yüz küsür yıldır türkülerle özleşen bir çalgı olan bağlama, bütün tarihsel süreçteki eserlerin aktarılmasında tek başına yeterli değildir. Öyle ki bağlama, kopuz benzeri bir İran çalgısı olması nedeniyle türkülerimizde kendine yer bulmuştur. Ancak dilsiz kavallar, kabak kemaneler, kemençeler, tırnak kemaneler, Kürt kemençeleri, tulumlar, udlar, tanburlar, cümbüşler solist icracılar ortaya çıkana kadar ciddi kayıtlarda karşımıza çıkmaz hale gelir. Bu dönemlerde bayram sabahları dinlediğimiz türkülerde artık yalnızca bağlama sesi duyarız. Halbuki Kemaliye (Eğin), Ağın, Diyarbakır, Urfa, Malatya, Ege’nin tamamı, Karadeniz’in büyük bir kısmının eserlerinde yöresel çalgılar gerekir. Bugün, en önemli hâmi olması gereken TRT kurumunda bile bir İstanbul türküsünü, tarihsel hiçbir bağı olmayan bağlama ile dinliyoruz. Peki nerede tanbur, ud, klasik kemençe. Bu çalgılar ve icralar yine uzun bir süre kendilerini dini musiki içine gömdüler ve buraya sığındılar. TRT’de bir kaç program haricinde sesini dahi duyamaz hale geldiğimiz bu çalgılar günümüzde tekrar güçlenerek, solist olarak dinleyici karşısına çıkıyor. Ancak, unutulmaması gereken bir gerçek de bu çalgıların ve Türk müziği icrasının, esasında pek solo olarak tarihsel süreçte gelişmediğidir. Bu durum çalgıların sınırlarının zorlanarak, evrensel icra tekniklerinin geleneksel çalgılar üzerinde denenmesi ile oluşan bambaşka bir lezzettir ve kesinlikle olması gerekir. Cumhuriyet ilk yıllarında da Şerif Muhittin Targan, Yorgo Bacanos, Haydar Tatlıyay ve daha niceleri gibi büyük ustalar çalgılarında bu çalışmalar üzerinde ilerlemiş ve yeni ekoller yaratmışlardır. Ancak çok büyük bir farkla, geleneksel icra yöntemlerini de terk etmemişlerdir! Artık yalnızca değerli hocam, ustam Doğan Dikmen’in ve birkaç ustanın TRT kayıtlarında duyabildiğimiz geleneksel icra teknikleri bu çalgıları bize sesletmektedir. Maalesef ki yalnızca batı müziği çalgıları için geliştirilen icra teknikleri, klasik ve neo klasik tüm eserlerin seslendirilmesinde kullanılır hale gelmiştir.
Bu durumda bir gitar konçertosu tadında Türk Müziği fasılları, bir klavsen eseri zihniyetinde türkülerin bağlama sololarını duyar hale geldik.
Velhasıl değinmek gereken çok konu var. Bundan sonra sıklıkla size geleneksel müziğimiz, evrensel müzik akımları, sosyoloji ve müzik etkileşimleri, yapılan hatalar ve çözüm önerileri üzerine yazmak istiyorum.
Çağdaşlaşmak demek evrensel müzik akımlarını kabul edip, gelenekten yüz çevirmek değildir. Gelenekseli modernize etmek başka kültürlerin gelişimlerini kopyalayarak yeni akımlar icat etmek değil, kendi değerlerimizi kendimize göre geliştirmektir. Anadolu’nun kültürü tabi ki çok özeldir ve büyük bir imbikten süzülerek günümüze gelmiştir. Ama onu bir kakafoni haline getirerek yenileştiremeyiz. Geleneksel olanı orijinal haliyle yarına aktarma sorumluluğumuz var. Tabi ki çalgılarımızı geliştirelim, onlara yeni boyutlar katalım. Tabi ki bizim otantik müzik çalgılarımız için de sınırları zorlayan çalgı eserleri besteleyelim, yorumlayalım. Makamsal ya da armonik yeni eserler ortaya koyalım, icra edelim. Ama bizim olanı bozdukça inanın modernleşmiyoruz... Batı Müziği, Halk Müziği, Klasik Türk Müziği, Sanat Müziği’nden her hangi biri diğerinden daha özel yada basit değildir. Bu gereksiz müziksel çekişmelerden ve algıdan artık uzaklaşalım.
Cumhuriyetçi olmak yalnızca askeri marşları ezbere bilmek, batı kültürü ile bestelenerek çağdaş olduğu iddia edilen müzikal yapıları sevmek, geleneksel olana sırt dönmek anlamına gelmiyor. Yüzlerce yıldır gelişen ve günümüze gelen tarihi yapıya sahip çıkarak da bunu başarabiliriz. Evrensel müzikte bu bağlamda gelişen yeni müzik akımlarımız da ve tabi ki geleneksel müziksel değerlerimiz de bizimdir. Birini diğerinden üstün tutarak mirasımızdan vaz geçmeyelim.
Sabah radyoda fasılların dinlenebildiği, türkülerin zengin çalgılarımızla sohbet ettiği, klasik müzik orkestralarından coşkulu eserlerin dinlenebildiği, popüler kültürün de keyifle aktarıldığı bayram sabahlarımız olması dileği ile. Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun.
Yrd. Dç. Dr. Oğuzhan Uç
Etnomüzikolog, Kompozitör ve İcracı
FACEBOOK YORUMLAR