Bugünlerde herkes çıkarına sadık biçimde, farklı şeylerin söylenmemesini, değişik sesler çıkmamasını istiyor. Belli bir mantık içerisinde, bilimsel gerekleri yok sayarak, ‘vardır bir bildiği’ tadında savunmalarla kendisi konuşmadığı ya da konuşamadığı için, başkalarının da konuşmamasını isteyen bir topluluk ortaya çıktı.
Bu sadece siyasette, ekonomide değil, günlük yaşamda, iş hayatında bile baş göstermeye başladı. Aslında o kadar acınacak bir hal ki... Yepyeni bir anlayışa yürüyen, yeni kuşaklarla farklı bakış açılarının en büyük sermaye sayıldığı bir dünyada, birbirini susturmaya çalışan bir ülkenin fertleri haline geldik.
Hatırlarım, eskiden evlerde, mahallelerde, hatta kıraathanelerde insanlar meselelerin üzerine kafa yorar; hasbıhal ederdi. Hiç kimse de bunu sıfatlandırmazdı. Bir grup insandan bahsetmiyorum. O kavgalar hep oldu. Ama toplumun genelinde, yani iliklerinde bu sohbetler hep yapılırdı.
Şimdi görüşü ne olursa olsun, herkes karşısındakinin bırakın düşünmesini, konuşmasını bile istemiyor. Teze tezle cevap vermek, akıl yürütmek, ortadaki akıl sapmalarını sorgulamak kimsenin işine gelmiyor. Oysa susmak, gerçekleri değiştirmez ki...
Diyeceksiniz ki gerçek de kişiden kişiye, olaydan olaya değişir. Elbette öyle... Ama burada önemli olan gerçek olarak düşünülen tezin, mantık çerçevesinde, bilimsel gereklere uygun ve bilgiden kaynaklı fikirden güç alması. ‘Orasını bilmem, o kadar da karıştırma’ bir tez savunma türü değildir.
Eğer bir şeyler değişecekse herkes sussun. Kimse fikrini söylemesin. Doğrular kadar yanlışlar da olduğunu dile getirmesin. Peki bunun sonuca etkisi olur mu? Tarih boyunca olmuş mu?
Mesela engizisyon mahkemesinde Galileo dünyanın dönmediğini, bir öküzün boynuzunda olduğunu, düz olduğunu kabul etse, dünya dönmeyecek miydi?
Şair Nefi, kendini idama götüren eleştirileri dile getirmese, yönetimsel sorunlar ortadan kalkacak mıydı?
Einstein, kaderini kabullense ve ‘icat çıkarma’ diyenlere inat çalışmasaydı, atomun parçacıklara ayrılması bilimsel olarak olanaksız mı kalacaktı?
Tevfik Fikret, arkadaşı Süleyman Nazif’e mektup yazıp, derin üzüntüsünü dile getirmese, yağcılık furyasını anlatmasaydı, ülkenin, bilhassa basının içinde bulunduğu gerçek değişecek miydi?
Köroğlu sussaydı, Bolu Beyi’nin zulmü ortadan kalkacak mıydı? Namık Kemal düşüncelerini kaleme almasaydı, Osmanlı’nın büyük topraklar kaybetmesi gerçeği yok mu olacaktı? Mehmet Akif “Zulmü alkışlayamam” demeseydi, zalimin yaptığı zalimlik olmayacak mıydı?
Ne yapacaklardı yani? Orhan Veli’nin şiirinde söyledi gibi “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya’ tadında mı yaşasalardı? Velev ki yaşasalardı, bu dünyada yaşananları ortadan kaldıracak mıydı?
Şimdi isteniyor ki, herkes sussun. Kimse bir şey söylemesin. Hatta aba altında sopa gösterip, parayla tutulmuş klavye kahramanlarıyla da linç girişimleri yapıyorlar. Peki susmak mı lazım?
Mahkemede ölüm cezası verilen Sokrates’e eşi ne demişti? “Sebepsiz yere ölüme gönderiliyorsun.” Sokrates ne yanıt vermişti? “Üzülme Xanthippe; dostlar, lütfen üzülmeyin. Suçlu olarak mı ölüm cezasına çarptırılsaydım yani? Bunu mu tercih ederdiniz yoksa?”
FACEBOOK YORUMLAR