Türkiye’de bankaların yıllar içerisinde nasıl global oyuncuların parçası haline dönüştüğünü hepimiz gördük. Bankacılık sistemi içinde hissedarlığa baktığında şu anda Türk bankalarından değil, Türkiye’deki bankalardan söz etmek daha doğru.
Özellikle parasal genişlemenin olduğu dönemde yaşanan bu dönüşüm, ihtisas bankaların da görevinden çıkıp, mevduat bankacılığına soyunmasıyla birlikte tamamen reel sektörü dışlayan, tek reel sektör algısı da iktidarın baskısıyla inşaat olan bir hale büründü.
Yıllarca projelere, üreticiye finansman sağlamak yerine, buradaki sağlanan finansmanı tapuya bağladıklarını ve tercihlerini de tüketimden yöne yaptıklarını biliyoruz. Çünkü matematiksel olarak mantıklı olan buydu. Bir firmaya 10 birim kredi verip büyük risk almak yerine, 10 kişiye 1 birim kredi verip, hem daha çok para kazandılar, hem de batık oranlarını düşürdüler.
Tüketim ekonomisi uygulanan Türkiye’de de bu durum, bizzat ekonomi yönetimi tarafından desteklendi; çünkü bir yandan tüketimden vergi toplanırken, öte taraftan sahte bir refah oya tahvil edildi. Yasalara rağmen dağıtılan kredi limitlerinden, geliri olmayan öğrenciye kredi kartı dağıtmaya kadar çok yanlış işlere imza atıldı.
Yani özetle bankacılık sektörünün bu hasardaki rolü büyük ama sorumlusu değil. Zira bu bizzat ekonomiyi yönetenlerin oluşturduğu ekosistemin bir parçası olarak hayatımıza girdi. Bugün geldiğimiz noktada ise iktidarı eleştiremeyenler, bankaları suçluyor ama asıl senaryo yazarında hata olduğunu söylemiyorlar.
Mesela, Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mustafa Gültepe son açıklamasında bankaların ihracatçıya kredi sorunu çıkarttığından yakındı. Haklı mı; haklı. Ama sorunu çıkaran bankalar mı, yoksa ekonomi yönetiminin geçersiz bir faiz uygulaması mı tartışılır.
Yurtdışından sendikasyon adı altında borç para bulan ve bunu kredi olarak dağıtılan bankaların, resmi enflasyon açıklamasının yüzde 80 olduğu bir ülkede, kur riskini de göze alıp yüzde 13 - 15 ile para dağıtmasını beklemek ne kadar gerçekçi?
Ayrıca kredi verecekleri muhataplarının döviz gelirlerinin, yani cirosunun yüzde 70’ini TL’ye çevirip kur riski aldığını, enflasyon muhasebesi yapılmadığı için bilançolarında fiktif kazançların gözüktüğünü, maliyetlerinin yüzde 65’ini yansıtamadığını, dünyada ve Türkiye’de iş hacminin düştüğünü, düşeceğini bile bile.
Sorunun varlığı, sebep olanın yanlış adreslendirilmesiyle kronik hale dönüşür. Dün bankalar uygulanan ekonomik modelin parçası olarak önemli yanlışlara imza attılar; ama hiç biri suç işlemedi. Zira ekonomiyi yönetenler üretim yerine tüketimi tercih etti.
Bugün de üretimin rahatlatılması ve yatırım yapılabilmesi için kredi vermeleri gerekiyor ama matematik ve uygulanan ekonomi politikası buna elvermiyor. O nedenle şikayeti bankalara değil, ekonomi yönetimine yöneltin.
Tıpkı TÜRKONFED Başkanı Süleyman Sönmez’in dediği gibi: “Dünya enflasyon ile ekonomi bilimi çerçevesinde mücadele ederken, ülkemiz maalesef uyguladığı yöntemler ile ciddi olarak ayrışıyor. Karar vericilerin artık daha aktif, akılcı, yaratıcı ve bilimsel politikalar üretmeleri kaçınılmaz görünüyor.”
Tıpkı TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’ın dediği gibi: “Merkez Bankası faizi ile tüm faizler arasında bağlantı kopmuş, sık değişen regülasyonun yarattığı belirsizlik içinde bugün bankalar kredi vermekte zorlanır hale gelmiştir. Sorunu; bir sonuç olan kredilerde değil, soruna sebep olan yüksek enflasyonda aramalıyız. Konu kredi, faiz ya da kur değil aslında tam da yüksek enflasyondur.”
Özetle topu taca atmayın. Lafı, muhatabına söyleyin.
[email protected]
FACEBOOK YORUMLAR