Türkiye’de işsizlik konusunda çok büyük bir ikiyüzlülük yaşanıyor. Üstelik bunu da söylemler ve istatistikler üzerinden yapıyorlar. 1994 ve 2001 krizlerinden sonra geliştirilen bir söylem vardı.
Deniliyordu ki: Sana vereceğim rakam bu, beğenmiyorsan çık git, kapıda yüzlerce insan sırada bekliyor. İnsanların çaresizliklerini yıllarca sömürdüler. Git gide düşen ücretler, beraberinde gelen sosyal hak kısıntıları bizleri 2010’lı yıllara kadar ulaştırdı.
2008 krizinde dünyanın net bir şekilde soyulmasının ardından, krizin faturasını kimin ödeyeceği tartışmaları başladı. 1 Mayıs’ta Şişli’den çıkıp Taksim’e gitmek isteyen çalışanların söylemi dünyadakiyle aynıydı: Krizin faturasını biz ödemeyeceğiz.
Sonra Harbiye yakınlarında durduruldular. 2009 senesinde ‘Taksim’e girersin, giremezsin’ tartışması yaşandı. Bir anda girişe izin verdiler ve yıllar sonra bunu başarmış olmanın sarhoşluğu içinde sendikalar faturayı Harbiye’de ceplerine koyup, bunun hazzını yaşadılar.
2010 senesinden sonra artan şiddetle söylem değişti. Şöyle denilmeye başlandı: İş beğenmiyorlar. Aslında burada da bir iki yüzlülük vardı. Çünkü aynı ithamla işverenler de karşılaşmıştı.
İş yapmakta zorlandıklarında kendilerine ‘işbilen işadamı’ tarifi yapılmıştı. Onların kim olduğunu da hepimiz biliyoruz. O zamanlar iş insanı denilmiyordu. İşbilmek, kayıtsız şartsız sesini çıkarmadan isteneni yapmaktan ibaretti.
2022 yılına geldiğimizde şimdi işbilen iş insanlarımız sürekli çıkıp aynı şeyi söylüyorlar: Kimse iş beğenmiyor. Fakat kendilerinin ne kadar gerçekten işveren olduğunu tartışma ihtiyacı bile duymuyorlar.
Sadece değişen ekonomik anlayış içinde değil, dünün insanları ile de mukayese edildiğinde tartışmalı bir halleri var. Yani öğretmenlerimiz nasıl Kel Mahmut değilse, iş insanlarımız da artık Asım Kocabıyık, Nejat Eczacıbaşı, İbrahim Bodur, Sakıp Sabancı, Vehbi Koç ya da Hasan Yelmen karakterinde insanlar değil.
Yıllarca işsizlikte düşük gösterilen istatistikler üzerinden insanlara yalan söylendi. Denildi ki ‘bak herkes iş buluyor, ama sen bulamıyorsun. Hata sende…’ Oysa o yıllarda TV’lerde ya da köşelerimizde biz aynı şeyi söylüyorduk. Bunalıma sokulmuş, başını ellerinin arasına alıp düşünen insanlara ‘kaldırın başınızı etrafa bakın; herkes sizinle aynı durumda’ dedik ama dinletemedik.
Sonra ne zaman genç kuşaklar devreye girdi ve açlık sınırının altında teklif edilen rakamlara itiraz etti; işverenleri eleştirmeye, eğitim sisteminin kendilerine gelecek vaat etmediğini söylemeye başladı; durum değişti.
Onlarla birlikte işsizlik çekenler de etrafına bakmaya başladılar ve gördüler ki yalnız değiller. Talepler yükselmeye başlayınca, ülkeyi yönetenler ‘herkese iş bulmak zorunda değiliz’ bile demek zorunda kaldı.
Evet devlet herkese iş bulmak zorunda değil; ama herkesin iş bulabileceği, istihdam edileceği ekonomik bir ekosistem yaratmak zorunda. Artık mızrak çuvala sığmıyor ama siyaset anlayışını değiştirmiyor. İsteyen herkese iş olduğunu söylerken, 4 milyonu aşkın gencin bu ülkede istatistiklere göre bile iş bulamadığını görmezden geliyor.
Yani yıllar sonra halen aynı oyunu oynayarak işsizliği gizleyebileceklerini düşünüyorlar. Oysa gençler dünyanın dört bir yanında çalışabiliyor. Yani artık onlar sınırları aştı ama siyaset halen aynı noktada. Köhnemiş bir zihniyet içinde aynı şeyleri söyleyerek ükede işsiz olmadığına dair kanaat oluşturmaya çalışıyorlar.
Ama dedim ya mızrak çuvala sığmıyor. Çünkü teklif edilen rezil ücretlere ilaveten, kayıt dışı çalıştırılan yabancılar ve bir de yitirilen satın alma gücü gerçeği hayatımıza girdi. Elbette 2002 yılında 6,4 milyar TL olan, bugün 1 trilyon 50 milyar TL’ye ulaştırılmış bir tüketici borcu eşliğinde.
İsteyen herkese iş ha? O nedenle mi 50 kişi alınacak yere, binlerle ifade edilen kişi sayısı başvuruyor? Türkiye bu iki yüzlülüğü aşmadığı, insanlar da işveren olmaya karar vermediği, planlı bir ekonomiyi eğitim sistemini düzenleyerek taçlandırmadığı sürece bu oyun sürer gider. Şüphesiz aç ve batık insan sayısını arttırarak.
[email protected]
FACEBOOK YORUMLAR