Türkiye ekonomisinde son dönemde küçük ve orta boy işletmelere karşı eğilimde bir kıpırdanma var. Görünen o ki, en azından kıymetleri anlaşılmaya başlandı. Kurumlar, en azından KOBİ’leri geliştirecek ve rekabetçi kılacak metotların arayışı içindeler.
Fakat ülkenin bir üretim ekosistemi içine girmeden bunun kalıcı bir sonuç vermesi, üzülerek söylüyorum ki çok mümkün değil. Yani iyi niyetli olmak işleri çözmüyor. Daha kalıcı, planlı ve ne yaptığını bilen bir tavra ihtiyacımız olduğunu söylemek durumundayım.
Mesela Türk Eximbank’ın marka kredisi desteğini arttıracağı duyuruldu. Son derece memnuniyet verici ama gerçekten amaca yönelik mi? İşte bu soruyu sormamız gerekiyor. Yani kredi vererek markalaşma çalışmalarında istediğimiz sonucu alabilir miyiz?
Dünyanın dört bir tarafında reklam yapsanız belki bilinirliliğiniz artar ama bu marka olmanız için yeterli gelmez. Yani ünlü olmakla sanatçı olmak arasındaki fark gibi. Son dönemde o kadar çok parlayan, ünlü olan, hak ederek ya da popüler kültürün etkisiyle tanınan insanları görüyoruz. Peki kaç tane Zeki Müren, Fazıl Say, Müşfik Kenter, Abidin Dino veya Nazım Hikmet var?
Esasen bu örnek tam da anlatmak istediğimle uyuşuyor. Marka olmak bir kültürün, bir birikmişliğin, bir yolculuğun sonucudur. Siz yıllar içinde doğru işleri yaparak, elbette pazarlama, tanıtım gibi enstrümanları da kullanarak marka olursunuz.
Ama sadece tanıtım yaparak marka olmanız sizi ünlü yapar; sanatçı değil. Onun da yıldızının sönmemesi şansa bağlıdır. Koca bir Türkiye ekonomisinin belkemiğini oluşturan KOBİ’lerin ve esasen ekonominin geleceğini şansa bağlayamayız.
Hatta ben dünya ekonomisinin içinde olduğu süreçte, farklı bir markalaşma stratejisi uygulanması gerektiğin düşünüyorum. Dünyada ekonomik daralmanın ve düşen alım güçlerinin doğru okunarak, optimum diye tabir edilen, kalite, dayanım ve fiyat üçgenini birlikte sunan üretimlere konsantre olmalıyız.
Yani kullan at devrinin bittiğini doğru okuyamazsak, markalaşma yönünde iyi niyetle dökeceğimiz paralar da boşa gider. Dünyanın ihtiyacı dayanıklı, nitelikli, fonksiyonel ve ulaşılabilir fiyattaki ürünler.
Yıllarca dünya devlerine farklı sektörlerde üretim hizmeti veren Türk KOBİ’lerinin de bu koşullarda çok ciddi şansı olduğuna inanıyorum. Sadece rotayı doğru belirlemek gerekir. Aksi takdirde sadece para harcayarak hiçbirini markalaştırma şansımız yok.
Öncelikle finansman sorunları olduğunu bilerek, finansmanı doğru kullandırmanın yollarını aramalıyız. Bakın bir yanda gelecek yıl Türkiye’deki bankaların kredi kalitesinin baskı altında olmaya devam edeceği Fitch açıklaması var. Bu bankacılık sisteminden yeterli kaynağın kullandırılamayacağını, zorlanırsa ve hesapsızca verilirse de sonuçlarının çok tatsız olacağını bize anlatıyor.
Öte yanda piyasadaki iç finansman da alarm veriyor. TÜRKONFED Başkanı Orhan Turan, yaptığı açıklamada KOBİ’lerin tahsilat sorununun piyasayı, ekonomiyi kilitlemeye devam ettiğine dair uyarılarda bulunuyor. Bunları alt alta koyduğumuzda gelişigüzel sunulan kaynakların, zaten finansman sıkıntısı çeken KOBİ’lerde doğru yerde kullanılma ihtimalinin çok yüksek olduğu riski beliriyor.
Ne yapacağız? İhracat... KMPG’nin araştırması da aile şirketlerinin yüzde 64’ünün yurtdışındaki faaliyetlerini arttırdığına dair tespitini ‘Avrupa Şirketler Barometresi 2019’ araştırmasında ortaya koydu.
Bu ilk planda hoş gözükse de, diğer faktörlerle birlikte okuduğunuzda çaresizlikten olma ihtimalini güçlendiriyor. İçte finansmandan pazara rahat olmayan bir KOBİ’nin de yurtdışında kalıcı başarılar elde etmesi güç gözüküyor.
Nitekim TİM Başkanı İsmail Gülle de göreve geldiğinde, toplamda 77 bin ihracatçı firmadan, sadece 11 bininin sürekli ihracatçı olmasından yakınmıştı. Yurtdışıyla ilişkiye geçmiş firmalardan sadece yedide birinin kalıcı olması büyük problem.
Bu problemin temelinde de baştan sona anlatmaya çalıştığım strateji eksikliği, finansman sorunu ve markalaşmada konumlanamama problemleri yattığını söylemek gerekiyor. Velhasıl kelam işin özü şu: KOBİ’lerimize sahip çıkmalıyız. Ama şefkatle değil, bilimle...
FACEBOOK YORUMLAR