Kasım ayı itibariyle enflasyonda küçük bir gerilime görüldü. Daha ilginç olanı ise bunun sokaktaki kimseyi tatmin etmemiş olması. Sadece en çok fiyat arttıran kalemin giyim ve ayakkabı olmasından yola çıkarsak çarpıklığı görmemiz mümkün.
Konkordatoların konuşulduğu, üretici enflasyonu incelendiğinde de ara malının fiyatının düştüğü bir sektör fotoğrafında çelişkiyi görmemek olanaksız. Bugün itibariyle yıllık enflasyonun tüketicide yüzde 21,62, üreticide de yüzde 38,54 olduğu açıklandı.
Şimdi öncelikle dolar kurundan kaynaklanan gerileme nedeniyle üretici enflasyonunda bir gevşeme mantık ölçüsünde anlaşılabilir. Fakat aynı durumun etkisinin bu kadar kısa süre içinde tüketici enflasyonuna yansıması olanaksız. Çünkü çarşıda fiyatların gevşemediğini biliyoruz.
Bazı baskıcı yöntemlerle üreticiye fiyatı aşağıya çektirmeye çalışmak da ne kadar gerçekçi takdirlerinize bırakıyorum. Halen makasta yüzde 17’lik bir aralık var. Bunun faydaki stres birikimini yükselteceği çok açık gözüküyor. Yani özetle bu enflasyon rakamları çok inandırıcı değil.
Daha önce de belirttiğim gibi kağıt üzerinde bir şeyleri düşürüyor olmanız, sokaktaki insan nezdinde maliyetlerin azaldığı anlamına gelmiyor. Fakat tüm bu tartışmaların gölgesinde en büyük işveren konumundaki iktidarı da yakından ilgilendiren bir ayrıntı var.
Asgari ücret... Aralık ayıyla birlikte ortaya çıkacak ve yıl genelini gösterecek enflasyon oranı, 2019 senesi için kamu başta olmak üzere asgari ücretten emekli aylıklarını, özel sektörde çalışanların tamamına yapılacak maaş zamlarını da belirleyecek. Çelişki şu ki yeniden değerleme oranı yüzde 23’ten fazla iken, yüzde 20 ve altında bir maaş zammı oranı nasıl açıklanacak?
Ortalama 2 bin TL civarında bir asgari ücret öngörülüyor. Aslında kesin değil. Çünkü ilk toplantı 6 Aralık 2018 tarihinde yapılacak ve sürecin sonunda ne çıkacağını göreceğiz. Rakamı belirledikten sonra da ikinci büyük sorun kapımızda bekliyor.
İşverenin bugünkü ekonomik koşullar altında bu maaşları kaldırması mümkün değil. Zira 2 bin TL net asgari ücretin işverene maliyeti yaklaşık 3 bin TL dolayında olacak. Bunun, bırakın yeni istihdam yaratmasını, işten çıkarmaları dahi gündeme getireceğini görmek için müneccim olmaya gerek yok. Peki bu açmazdan nasıl çıkacağız?
Bir tarafta insanlar açlık sınırının altında gelir elde ediyor; diğer tarafta ortaya çıkan maliyetler işveren tarafından da, kamu nezdinde de kaldırılabilir cinsten değil. Bugünkü fotoğraf içerisinde bence yapılabilecek tek bir şey var.
Saçma sapan yerlere teşvik vermek yerine, 2 senelik bir üretim ekonomisine geçiş modeli uygulanabilir. Bu süreçte yol haritası hızla belirlenip yol alınırken, bu iki senelik dilim içerisinde, sonuç alınmaz işlere kaynakları israf etmek yerine, ücretler üzerinden alınan vergi ve primleri sübvanse etmek için kullanılan bir değer yaratmalıyız.
‘Nasıl olacak’ dediğinizi duyar gibiyim. Şayet bu ülkede affedilen ve sıfırlanan vergi alacaklarını düşünürseniz, bunun kaynağının rahatlıkla bulunabildiğini de görürsünüz. Bu süreçte şöyle düşünün.
İşverenin bugün maliyeti asgari ücret üzerinden ne kadar? Yaklaşık 2 bin 500 TL civarında... Vergi ve primden muaf tutun, SGK primlerini teşvik fonlarından ödeyin ve deyin ki işverene ‘sen asgari ücreti 2 bin 500 TL uygula, maliyetini arttırmayayım, 2 bin TL olması halinde cebinden çıkacak ekstra 500 TL’yi de senden almayayım.”
İnanın bana bu hem piyasaları, hem çalışanları, hem de işverenleri büyük ölçüde rahatlatacak bir yöntem olacaktır. Elbette tek bir şartla... 2 sene sonrası için gerçekten bu yatırımınızı katma değere dönüştürebileceğiniz bir yol haritası ortaya koyabilirseniz. Aksi takdirde yatırım maliyeti olmaktan çıkar, yeni bir batık ve görev zararı olarak karşımıza çıkar.
Derdiniz üretim ekonomisine dönmekse, bu çözüm önerisi üzerinde düşünmenizi öneririm. Böyle bir niyetiniz yoksa, zaten firmaları da, çalışanları da çoktan gözden çıkartmışsınız anlamına gelir.
FACEBOOK YORUMLAR