Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan, Türkiye’yi yatırımların merkezi haline getirmemiz gerektiğini söyledi. Esasen fikren son derece katıldığım, ülkenin bu alanda büyük potansiyel taşıdığını düşündüğüm başlıklardan biri.
Son virüs süreciyle birlikte herkesin diline pelesenk olan üretim kavramını hatırlamayla da birleşince, bugünlerin popüler gündemlerinden biri haline geldi. Popüler gündem tanımlamasını boş yere yapmıyorum.
Yıllarca konuştuğumuz markalaşma, inovasyon gibi tanımlamalar ne kadar doğru ve ne kadar içini boşaltarak tartışıldıysa, üretim başlığının da aynı kadere kurban gitmesini istemediğimden meseleye dikkat çekiyorum.
Korona süreciyle birlikte Çin’den kayacağı düşünülen üretim türlerini ve en azından siparişleri alacağımız üzerinden sığ bir yaklaşımla moda olan bu üretim fetişizmine karşı, yıllardır üretim yapmamız gerektiğini anlatan bir gazeteci olarak uyarıda bulunmak istiyorum.
Öncelikle şunun altını çok net bir biçimde çizeyim ki, doğrudan yabancı yatırımlar hukuksal sorunların olduğu bir ülkeye gelmez. Yine aynı şekilde keyfi uygulamaların söz konusu olduğu, akşam yatıp sabah başka kararların alındığı bir yapıda ülkeyi üretim ve yatırım merkezi haline getiremeyiz.
Velev ki problemi hallettik ve geldiler. Birilerinin fabrikalarını buraya taşıyarak, ucuz iş gücü ve kur avantajından yararlanarak üretime geçmesi de gerçekçi bir yatırım anlamına gelmez. Türkiye bir yatırım merkezi olacaksa, daha farklı yapıları konuşmamız gerekiyor.
Kamunun bir risk sermaye şirketi gibi dahil olduğu, planlı bir ekonominin şemsiyesi altında gerçekleşecek yatırımlardan, projelerden söz ediyor olmamız gerekir. Örneğin çok popüler gündem haline gelen tarımdan meseleye bakalım.
Çiftçilerin kuracağı sağlıklı kooperatiflerle, misal Avrupa’daki büyük satınalma şirketlerinin bir üçüncü tüzel kişilikte eşit ve yarı yarıya ortak edilerek, katma değerli ve markalı ihracat hedefine yürüyeceksek, buradaki üreticinin teminatı da, yani sermaye artırımıyla yenilmemesi için sermaye güvencesi de, kamu yönetimi olacaksa işler yürür; para da kazanılır.
Otomotivde, uluslararası bir markayla, buradaki yerli üreticinin ortaklığı eşit koşullarda sağlanacak, imalatta yerli payı katkı oranı belli bir yüzdenin altına düşmeyecek şekilde desteklenirse, ortak ar-ge’den katma değeri paylaşmaya kadar eşik koşullarda ortaklıklar kurulursa anlamı olur.
Bir yazılım şirketi Türkiye’de firma kurup yazılım yapmak yerine, yenilikleri bir Türk firmasıyla birlikte geliştirecek, telif haklarından söz hakkına kadar her alanda eşit bir ortaklık yapısı kurulacaksa kıymetli hale gelir.
Bir hazır giyim firması, Çin’den kayacak siparişlere yine fason üretim yapacaksa, bunu yaptıracak firma da yatırım adı altında burada ofis açacaksa hiçbir kıymeti yok. Ama o markasını, biz üretim gücümüzü ortaya koyacaksak, eşit, adil ve paylaşımcı bir ortaklık içerisinde iç ve dış dünyada birlikte büyüyeceksek sonuç alınır.
Diyelim ki ortaklık yok ve doğrudan kendisi gelecek. Bu da Çin’in 2 binli yılların başında yaptığı gibi uygulanabilir. Belli bir üretim stratejiniz ve planlamanız olur. Bu plana uygun firmaların gelişini desteklersiniz ve yerli katkı payı oranları, belli bir süre içinde yerli markalar çıkartmak gibi şartlar koyarsınız olur biter. Bunun dışında gelemez mi? Elbette gelir, kapı açık ama destek alamaz.
Yerli yatırımların yaratılmasından söz ediyorsak da, onları vergi numarası olarak görmek yerine, proje havuzlarında sermayedar ile fikir sahibi girişimcileri buluşturur, yine kimsenin kimseyi çırak çıkarmayacağı kurallar bütünü içinde büyüyecekleri ortam yaratırsınız; bunun da mantığı açıklanabilir.
Sanırım anlatmaya çalıştığım başlığı, biraz aklı çalışan herkes net bir biçimde anlamıştır. O yüzden uzatmayacağım, ama sözün özü şu: Lafla ve çağrıyla ülkeyi yatırım üssü yapamazsınız. Her önüne gelene de yatırımcı diyemezsiniz. Çünkü boş yatırım hamallıktır. Sadece sizden götürür ve bunu da kimsenin itiraz edemeyeceği üretim fetişizmini kullanarak yapar.
[email protected]
FACEBOOK YORUMLAR