Herkes aynaya bakınca aynı şeyleri görür, öyle değil mi? Yüz hatlarımızı, gözlerimizi, vücudumuzu, tüm dışsal, fiziksel özelliklerimizi. Gerçi eskiden herkesin yüz hatları kendine hastı. Günümüzde estetik ve dolguların sayesinde artık yüz hatlarımız da fabrika çıkışı gibi neredeyse birbirinin aynı. Ama bu bile önemli değil. Çünkü o aynadaki “sen”, bundan ibaret bir varlık değilsin.
Aynadaki o gözlerin içine yeterince derin bakarsak eğer, bir sır perdesine baktığımızı hissederiz. Ve o perdenin ardında, ne kadar derin bir evren olduğunu… Görünmeyen, dokunulmayan, ama varlığı hissedilen bir öz… Belki de o sır perdesini aralamak bizi insanlığın, yaratılışın en eski, en köklü, en derin sorusuna götürecek: “Ben kimim?”… “Hakiki Ben nerede?”…
Gün içinde aklımızdan geçen binlerce düşünce; kimi zaman bir anının gölgesinde takılıp kalırız, kimi zaman geleceğin bilinmezliği ve endişeleri içinde kayboluruz. Zihin, biz fark etsek de etmesek de hep konuşur. Sürekli bir iç sesle, olaylara anlam vermeye, kendini korumaya ve her şeyi kontrol etmeye çalışır. Onları bir anlığına da olsa susturup bir sormak gerek: “Bu konuşan kim?”
Zihnin görevi işimize yarayan bazı şeylerde bize araç olmaktır. Düşünme, plan yapma, öğrenme gibi bütün zihinsel aktiviteler, bizi günlük hayatta ileriye taşır. Ama eğer zihnin sürekli konuşmasını fark etmeme noktasına gelmişsek, demek ki bizi ele geçirmiştir. Yani zihnin senin efendin olmuş, sen de onun tutsağı. Oysa hakiki anlamda “Sen”, bu düşünceleri gören, fark eden, okuyan, akıl süzgecinden geçiren bir farkındalık değil misin, bir bilinç değil misin?
Düşünceler zihnin nehrinde suların aktığı gibi akar, bir gelir, bir gider. Ama ‘Sen’ bir nehir değilsin ki. “Sen”; nehrin kenarında oturup onu izleyen bilinçsin!
Bilinç, her şeyi fark eden ilahi özündür. Zihnin sesi, hiç kuşkusuz, bir gün ölümü tadacak ve duracak, ama bilincin sonsuza dek devam edecek. Uyumadan hemen önce, o sessizliğin içinde “ben buradayım” diyen parçamız, ruhumuzun incecik fısıltısı. İşte O; senin değişmeyen hakikatin. Zihin geçmişle ve gelecekle meşgul olurken, bilinç an’da, sadece şimdiyi deneyimler. Çünkü ancak an’ın içindeyken zihin hapishanesinden özgürleşebilirsin.
Farkındalık ve bilinç, insanın hakikati algılama yetisidir. Bilincin derinleştikçe, kendi benliğini daha az, gerçekliği daha fazla görmeye başlarsın. Benlik küçülerek yok olmaya başlar ki, ruh parlasın, hakiki özün ortaya çıksın. Çünkü ruh, saf farkındalık, hakikatin ta kendisi, Yaradan’dan bize emanet. Bu dünyaya ait olmayan, deneyimini ancak bu dünyada kazanması gereken bir varlık. Sınırsız ve zaman-mekandan münezzeh.
Modern yaşamın koşturmacası içinde çoğumuz kendimizi beden ve zihinden ibaret olarak algılıyoruz. Kendini bedeninle tanımlamak, bir kıyafeti kendin sanmaya benzer. Beden değişir, yaşlanır ve sonunda ölür. Oysa ruh, değişmeyen, sonsuz özdür. Zihin, hakiki varlığının gölgelerinden başka bir şey değil. Bu nedenle, içsel sessizliği keşfetmek, ruhuna yaklaşmanın en güçlü yollarından biridir.
Ne sadece bedeniz, ne sadece zihin, ne sadece düşünceler, ne de tek başına bilinç veya ruh. “İnsan”; hepsinin bir arada olduğu bir kap, denge ve ahengi bulmakla ve tekamül etmekle yükümlü, özüne kavuşmak ve yeryüzündeki görevini başarıyla “Adam” gibi tamamlamakla sorumlu olan hakikatin yansımalarıyız.
Bunun farkına vardıkça, nefs ve zihin çöplüğünü temizledikçe O’nun güzel isimlerini en iyi şekilde yansıtacağız… Anlamımızı, sırrımızı bulacağız…
İşte o zaman, aynada her gözlerimize baktığımızda: “Gerçek ben kimim?” cevabının ta kendisi olacağız.
Çağla Meydan
FACEBOOK YORUMLAR