YARGITAY ESKİ BAŞKANI PROF. DR. SAMİ SELÇUK'TAN ÇARPICI TEPKİ

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, TİP Milletvekili Avukat Can Atalay'ın, TBMM'ndeki milletvekilliğinin düşürülmesin eleştirdi. Öğrenciliğim dışında kalan 65 yıl içinde böylesine üzücü bir durum yaşamadım” dedi.

YARGITAY ESKİ BAŞKANI PROF. DR. SAMİ SELÇUK'TAN ÇARPICI TEPKİ
02 Şubat 2024 - 00:30

“TÜRKİYE’DE NE HUKUK KALDI, NE LAİKLİK İLKESİ! BUNU GERÇEKLEŞTİRENLER BİLİNÇSİZCE BAYRAM YAPIYOR. BEN İSE BAZEN GÖZYAŞLARIMI İÇİME AKITIYOR, BAZAN ÇARMIHA GERİLEN HZ. İSA GİBİ ‘BUNLARI BAĞIŞLA TANRIM, NE YAPTIKLARINI BİLMİYORLAR!’ DİYE DUA EDİYORUM…“

Türkiye'de Gezi Davası diye bilinen ve yıllardır süren, çok boyutlu ve tamamen siyasi bir davadan ötürü, 2022 yılında 18 yıl hapis cezasına çarptırılan Avukat Şerafettin Can Atalay'ın, aylardır cezaevinde haksız ve anayasaya aykırı biçimde tutulması yetmiyormuş gibi, şimdi de apar topar milletvekilliğinin de Cumhurbaşkanı İttifakı'nın oyunuyla elinden alınması, düşürülmesi, toplumun geniş kesimlerinde yeni bir protestoya yol açtı.

Can Atalay, bilindiği gibi 2023 yılındaki son parlamento seçimlerinde, Hatay halkının oylarıyla, TBMM'ne girmeye hak kazanmış, ancak bu anayasal hakkını kullanmasına izin verilmemişti. Can Atalay olayı, hala ülke gündeminde önemli bir tutuyor ve Anayasa Mahkemesi'nin iki kez “HAK İHLALİ"ni belirlemesine karşın cezaevindeki tutsaklığı sürüyor.

Yine anımsanacağı gibi, Atalay'ın iki kez ihlal başvurusunu ele alan Anayasa Mahkemesinin, sanık lehine verdiği özetle hukukta “hak ihlali" olarak adlandırılan kararına Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesinin “AYM’nin kararının hiçbir hukuksal değeri yoktur, kararı verenler suç işlemişlerdir, dolayısıyla tanımıyorum ve uymuyorum" demesi, ülkede büyük bir tartışmaya ve gerginliğe yol açtı.

Yargıtay, Anayasa Mahkemesinin hak ihlalini belirleyen kararına hem iki kez uymamış, hem de, az önce değinildiği gibi, Atalay hakkında hak ihlali kararı veren AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmuş, TBMM'nden de Can Atalay'ın vekilliğini düşürmesini istemişti.

Dünlerde ise korkulan olmuş ve Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesi'nin kararına dayanılarak, TBMM, adeta yargısız infaz yapmış ve o da Yargıtay gibi, Anayasa’nın buyurucu hükümlerine (m. 11 ve 153/son) karşın, yangından mal kaçırır gibi Can Atalay'ın milletvekilliğini düşürdü.

Bu gelişmeler karşısında Eski Yargıtay Birinci Başkanı ve on sekiz yıl Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğretim üyeliği yapan, imge kitabevinde çeviri ve kitapları yayımlanan Prof. Dr. Sami Selçuk, Toplum24 gazetesi adına genel yayın yönetmenimiz Mehmet Canbolat’ın sorularını yanıtlarken, oldukça çarpıcı ifadelerle açıklamalarda da bulundu.

Sami Selçuk: “…Yargılama yaşamımda böylesine ağır, bilimi ve hukuk dışı bir olay hiç yaşamadım. Düşüm de bile yaşamadım. İçimden bu bilim ve hukuk dışılığa başkaldırıyorum. Her şey, hukukun, Anayasa’nın, kısaca hukukun dedikleri ortadayken böylesine sakat kararlar nasıl verilebilmiştir? Olmaz böyle bir şey. Ülkede ne hukuk bıraktılar, ne de laiklik. Buradan haykırıyorum: Türkiye artık bir hukuk devleti değildir. Dün laik devlet olmaya özeniyordu. Bugün ise bir din devleti olamaya doğru koşuyor…“ dedi.

TBMM'ndeki milletvekilliği düşürme gibi tartışmalı bir operasyonunu değerlendiren Sami Selçuk, konuya ilişkin şu görüşleri dile getirdi:

„...Türkiye'de sıklıkla kullanılan bir terim vardır -Hukuk Devleti- diye. Bana sorarsanız, Türkiye'deki sistemin Hukuk Devleti ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Daha doğrusu, dün bir ölçüde bile olsa, hukuk devleti ilkeleri işlerdi. Bugün ise, hayır. Aslında hukukun üstünlüğü ile sık sık dile getirilen Hukuk Devleti kavramı, aynı anlama gelmez. Çünkü hukukun üstünlüğü temeline dayanan ülkeler, Anglosakson demokrasilerinin ülkeleridir. Yani bu ülkelerde, hukuk karşısında devlet de birey de tartışmasız eşit konumdadır. Eğer yargılama erkinin önüne bir konu gelirse, devlet de birey de eşit oldukları için, herhangi bir yargıç, ne devletten etkilenir, ne de kişilerden. Kararını hukuk ne diyorsa ona göre verir. Herkes de buna saygı duyar. Bu ülkelerde devleti korumak için, kamu hukuku gibi bir hukuk kavramı oluşmamıştır. Hukuk tektir. Yine böyle bir devlette, “yargılama erkinin birliği ilkesi” gerçekleştirildiği için, hukuk karşısında devlet de birey de aynı düzeydedir ve bunun sonucu olarak bu devlette tek bir “YÜKSEK MAHKEME” vardır.

Bu Yüksek Mahkeme, bugün Türkiye'deki ve Kara Avrupası ülkelerinde bulunan ve kendi hukuk alanlarında son sözü söyleyen Yargıtay’ın, Danıştay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin bütün görevlerini yerine getirir. Özetle tek bir Yüksek Mahkeme, bu üç ayrı alanda son sözü söyler. Yargılama erkini birliği ilkesi gerçekleştirildiğinden bir görev uyuşmazlığı söz konusu değildir. Dolayısıyla bir “uyuşmazlık mahkemesi”ne de gerek duyulmamıştır. Biz de ise, bu birlik gerçekleştirilememiştir. Bu yüzden de yukarıdaki üç mahkemenin yanı sıra, Fransa’da olduğu gibi göreve uyuşmazlıklarında son sözü söyleyen bir mahkeme daha vardır: Uyuşmazlık Mahkemesi. Demek, Türkiye’de Kara Avrupası ülkelerinde olduğu gibi kendi alanlarında son sözü söyleyen ve eşit düzey ve konumda üç ayrı üst mahkeme vardır: Bunlardan Yargıtay kişiler arası uyuşmazlıkları çözer, hukukun her alanında son kararı verir. Bu nedenle 1961 Anayasa’sı Yargıtay ile ilgili düzenlemeyi başa almıştır. Danıştay, devletle kişiler arasındaki uyuşmazlıklara bakar. Kendi alanında son sözü söyler.

AYM ise, yasa maddelerinin Anayasa’ya aykırı olup olmadığını ve ha ve özgürlükler konusunda bir ihlalin yaşanıp yaşanmadığı konusunda son sözü söyler. Bu üç üst mahkeme birbirinin alanlarına girmez, giremez; birbirlerini de denetleyemez. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nin kararını başka mahkemelerin değerlendirme yetkisi asla yoktur. Olmaz da. Şerafettin Can Atalay konusunda, Anayasa Mahkemesi bir hak ihlali belirlemiş ve kararını da vermiştir. Böyle bir hak ihlali kararı verme yetkisi Anayasa Mahkemesi’nin tekelindedir. Nasıl ki, Yargıtay'ın verdiği bir boşanma kararına, Anayasa Mahkemesi “bu boşanma kararı yanlıştır” diyemez ve karışamaz ise, Yargıtay da, “Anayasa Mahkemesi yanlış karar vermiştir. Ortada bir ihlal yoktur” diyemez. Yazılı hukuk, yukarıda belirtildiği üzere böyle bir değerlendirme yetkisini, direnme yetkisin başka yargıçlara ve mahkemelere tanımak şöyle dursun, tam tersine anayasal boyutta yasaklamıştır (m. 11, 153/son).

Özetle Yargıtay ya da Danıştay başkan ve üyeleri, AYM’nin kararlarına, bunları hukuk aykırı bile bulsalar zorundadırlar. AYM’nin kararını yanlış bulan olursa bu konuda elbette eleştirel bir yazı yazabilir. Ancak asla yazılı hukuku çiğneyemez. Görevini yaparken yazıl hukuka uymak durumundadır. Bir daha altını çizerek söylüyorum: Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nin- Anayasa Mahkemesi'nin kararını değerlendirme yetkisi yoktur. Dolayısıyla 3. Ceza Dairesi, olayımızda sadece bir makale konusu olacak bir görüşü, açıkça bir yargı kararına dönüştürmüştür. Bu asla bağışlanmaz bir yanlıştır. Daha da ötesini söyleyecek olursam, bu açıkça bir hukuk ihlalidir.

Bütün bunları 30 yılını Yargıtayda geçirmiş, dokuz yılını memur suçlarına, görevi savsama, görevde yetkiyi kötüye, yanlış Türkçeyle görevi kötüye kullanma suçlarına bakan, müsteşarları, valileri, genel müdürleri ilk mahkeme olarak yargılamış bulunun bir Ceza Dairesi’nin başkanı ve hukuk insanı olarak, açıkça söylemek zorundayım. Evet. AYM’nin kararını değerlendirme yetkisi olmayan Daire başkan ve üyeleri, yargıçlar, insanlar, kendilerinden menkul bir yetki kullanmışlardır. Bu yetki, ne yazık ki, hukuk dışıdır. Bu tutumda direnen meslektaşlarım, hukuku açıkça bilinçli olarak, kastın da ötesinde tasarlayarak, taammüden çiğnemişlerdir. Bu ihlali yapanların meslektaşlarım olmasından ötürü, bunlar hem çok utanıyorum, hem de çok üzülüyorum…“

Türkiye'de kimi çevrelerin isteğine uygun biçimde kararlar verildiğini ve hukukun ayaklar altına alındığını sözlerine ekleyen Prof. Dr. Sami Selçuk, Meclis'te Can Atalay'ın milletvekilliğinin düşürülmesi konusunda, muhalif cephede çıkan „Meclis eliyle darbe" söylentilerine siyasi olduğu için, bir hukukçu ve ilke olarak girmek istemediğini sözlerine ekledi.

Selçuk: „...Siyasi terimler benim işim değildir. Ben bir hukukçuyum ve daima hukuk deyişleri ve terimleriyle konuşmayı tercih ederim..." diyerek, güncel değerlendirmesini şöyle sürdürdü:

“…Anayasa Mahkemesi'nin kararı bağlayıcıdır ve buna istisnasız bütün yargıçların, herkesin uyması zorunludur. Bunun dışına hiç kimse çıkamaz. Dışına çıkanlar, yeni bir ihlal kararı vermiş olurlar. Bu konuya Yargıtay Birinci Başkanlığı'nın el atması ve sorunu bitirmesi gerekir. Bu konuda daha derinlere inerek kimseyi de incitmek istemiyorum. Şimdilik söyleyeceklerim bundan ibarettir. Türk yargıçlarını Mecelle’nin 1792. Maddesindeki yargıç tanımını ve özelliklerin unutmamalarını salık veririm…“

Bu tablo karşısında Can Atalay için, her şey bitmiş denilebilir mi acaba? Yoksa ne gibi çıkış veya çözüm yolu olabilir hukukun derinliklerinde?

Prof. Dr. Sami Selçuk, bu soruya ise, şöyle bir yanıt veriyor:

„...Hayır. Kesinlikle Bu mesele bitmiş değildir. Sayın Atalay'ın avukatları, bu ihlal kararı konusunda tekrar Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuşlardır. Ancak hemen söyleyeyim. Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar, şimdiden bellidir. Mahkeme, itirazı aldıktan sonra elbette “Ben verdiğim eski kararda hiç bir yanlışlık görmüyorum. Kararım doğrudur” diyecektir. Anayasa Mahkemesi’nin bu saatten sonra kararından dönmesi asla mümkün değildir. Çünkü itiraz, sonuçta yine bu kararı vermiş yargıçların önüne gelecektir. Burada bir üzüntümü de belirtmek isterim. Yargıdaki bu çatışma, tekrarlanan bir oyuna dönüşmemelidir. Bu oyun böyle devam ederse, dikkat edin bir insanın özgürlüğü de sınırlanıyor. Anayasa Mahkemesine gerek kalmadan, aslında ilk mahkeme burada hak ihlali olduğunu görmeliydi. Bir değerlendirme yetkileri olmadığı için mahkeme başkan ve üyelerinin dosyayı getirip incelemelerine ve toplanıp durumu tartışmalarına bile gerek yoktu…“

Prof. Dr. Sami Selçuk, “…Bugün Can Atalay'ın avukatı olsaydınız, itiraz konusunda nasıl bir yol izlerdiniz?..“ şeklindeki bir sorumuza karşılık ise, şu yanıtı verdi:

“…Ben bir hukukçuyum. Yapacağım her şey hukuk çerçevesinde olurdu elbette. Ama öyle inanıyorum ki, benim yazacağım bir itiraz dilekçesi, çok daha başka olabilirdi. Ama şimdilik bunlara girmek, meslektaşlarım incitmek istemiyorum. Ama şunu da söylemek zorundayım. Böyle bir hukuk dışı kararı verdikleri için hukuk yaşamının dörtte üçün Yargıtay çatısı altında geçirmiş bir hukukçu olarak, hukuk adına gerçekten büyük üzüntü ve de utanç içindeyim. Bu kararda ısrar edenler, üniversitede karşıma bir hukuk öğrencisi olarak gelseydiler, inanın hemen karşıma alır, “sende hukuk düşüncesi yok. Bu fakülteyi terk et” derdim ve o öğrenciyi kesinlikle sınıfta bırakırdım. Aklım almıyor. Maddeler o kadar açık seçik. Ne yapacağını söylüyor sana. Kimsenin, kendisini hukukun üstünde görmeye, konumlandırmaya asla hakkı ve de yetkisi yoktur. Olamaz da. Nesnel olarak buradan haykırıyorum. Yargıtay 3. Dairesi'nin kararı, bir safsata, bir mugalatadan ibarettir. A'dan Z'ye saçmadır. Böyle bir kararı, rüyamda bile görsem, inanmazdım. İhlal tavrında ısrar edenler, sanki bir rüyada yaşıyor. Yukarıda söyledim. Onlara, Mecelle'de tanımlanmış “yargıç nasıl olmalıdır?" sorusunun yanıtını veren maddeleri bir kez daha okumalarını salık veririm. “Ben bir yargıcım. Yazılı hukuk, yanlış bile olsa beni bağlar.. Gerisi beni hiç ilgilendirmez. Ülkemizde şu ya da bu kişilerin sözleri de…“

Prof. Dr. Sami Selçuk, “TBMM'nin, Can Atalay'ın milletvekilliğini Cumhur İttifakı hırsıyla düşürmesi, anayasal düzeni yıkma suçuna ortaklık olarak tanımlanıyor, kimi kesimler tarafından. Bir hukukçu gözüyle, özetleyecek olunsa, siz nasıl bir tanım koyarsınız?.." yolundaki bir sorumuza karşılık ise, şunları ifade ediyor:

“…O kadar ileriye gitmeye gerek yok bence. Doğru olan, kurumlar arasında şu sıralar bir çatışmanın, bir uzlaşmazlığın olmasıdır. Ama bunun sebebi ise; üzülerek söylüyorum, Yargıtay daire başkan ve üyelerinin aldıkları yanlış kararlardır. Burada TBMM'ne de fazla kızmaya gerek yok kanımca. Sonuçta Meclis, “ben Yargıtay'ın kararına uydum. Çünkü Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymadı” diyebilir. Ancak kendi kanımı soracak olursanız, TBMM’nin yangından mal kaçırır gibi, işi aceleye getirmemeliydi. Ayrıca bugüne dek, Türkiye'de hukukçular, bu konuda çok söz söylemişlerdir…“

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum