Tiyatro yazarı Tuncer Cücenoğlu, 75 yaşında yaşamını yitirdi

Tiyatro oyun yazarı Tuncer Cücenoğlu İstanbul Sancaktepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde vefat etti.

Tiyatro yazarı Tuncer Cücenoğlu, 75 yaşında yaşamını yitirdi
18 Temmuz 2019 - 12:26 - Güncelleme: 18 Temmuz 2019 - 12:42

Bir süredir kanser ile mücadele eden oyun yazarı Tuncer Cücenoğlu, sabah saat 06.30’da, tedavi gördüğü İstanbul Sancaktepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde vefat etti.

10 Nisan 1944 yılında Çorum’da doğan Cücenoğlu, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’nden mezun oldu. Oyunları Devlet Tiyatroları ve özel tiyatrolarda sahnelenen Cücenoğlu, Türkiye Yazarlar Sendikası ve P.E.N. Türkiye Merkezi üyesiydi. Cücenoğlu, 2011 yılında 11. Afife Tiyatro Ödülleri’nde Cevat Fahmi Başkut Özel Ödülü’nü almıştı.

Gazetemiz "İstanbul Flaş 2017 Onur Ödülü" sahibi olan Tuncer Cücenoğlu'na Allahtan rahmet, Türk halkına başsağlığı diliyoruz. 

Prof. Dr. Nurhan Tekerek, Sosyal medya Hesabından anısına paylaştı;

Anısına Saygıyla... Çok üzgünüm. Tiyatromuzun başı sağ olsun.

Tuncer Cücenoğlu’nun Oyunlarında Durumlar ve Soyutlamanın Getirdiği Evrensel Açılımlar: Helikopter, Çığ, Şapka ve Matruşka
I. BÖLÜM

Prof. Dr. Nurhan TEKEREK

Giriş:
Oyun yazarlığına 1972 yılında “Kördövüşü” yle başlayan Tuncer Cücenoğlu, kaynağını sanatçı duruşundan alan ve toplumsal-düşünsel yapısıyla derinlik kazanarak evrensele kapı açan pek çok oyunuyla, üretkenliğini olanca coşkusuyla sürdüren bir yazarımız. Cücenoğlu’nu 70 Kuşağı yazarlar içinde değerlendiren Hülya Nutku onun için; “...oyunlarında basit, yalın bir konu vardır. Ele aldığı her konuda toplumsal bir yaraya deyinir. Sonuçta umut var bir tavır içinde olan yazar bireye toplumsal yükümlülüklerini de anımsatmadan duramaz. Sorumlulukların ise ortak paylaşımlarla çözüleceğine inanır “ demektedir. İşte Cücenoğlu’nun içinde var olan ve doğal olarak oyunlarına da yansıyan bu umuttur ki ona, coşkuyla üreten verimli bir yazar niteliğini kazandırır. Sevda Şener de; “ Bütün oyunlarında yaşanmakta olan toplum sorunlarına eğilen, dikkatimizi göremediğimiz ya da görmezden gelmeğe çalıştığımız gerçeklere çeken bir yazar “ olarak değerlendirerek onun toplumcu yaklaşımının altını çizer.
Cücenoğlu, seksenli yıllardan bu yana, dönemsel olduğu kadar evrensel olana da uzanan, birbirinden çok farklı, zengin ve çarpıcı içeriklere sahip pek çok oyunla yazarlık yaşamını sürdürmektedir. Şimdilerde de, bir çok ülkenin diline çevrilmiş ve repertuvarına girmiş, oynanmış ve oynanmakta olan oyunlarıyla en verimli dönemini yaşamakta. Oyunları, salt zengin içeriğiyle değil, yapısal açıdan da kendi içinde farklılıklar gösteren, bu özelliğiyle de çok katmanlı deneysel ve yaratıcı olana yol alan çalışmalardır. Durum yaratmadaki ustalığıyla, soyutlamanın sonsuz olanaklarına da açılan, özellikle doksanlı yıllardan bu yana ürettiği oyunları, aynı zamanda onu popüler bir yazar düzlemine de taşımaktadır.
İlk oyunu Kördövüşü’nden (1972) sonra yazdığı Öğretmen (1973), Yeşil Gece (1974-2004), Çıkmaz Sokak (1980), Kadıncıklar (1983), Dosya (1984), Biga 1920 (1985), Kumarbazlar (1987), Yıldırım Kemal (1990), Kızılırmak-Karakoyun (1992, Film Senaryosu), Helikopter (1993), Şapka (1994-1996), Ziyaretçi (1994), Matruşka (1994), Boyacı (1997), Kızılırmak (2000, senaryodan özgün müzikal oyun), Çığ (2001) gibi oyunlar onun üretkenliğinin kanıtıdır. Ayrıca kültür-sanat tarihimizde, özgün kişilikleriyle önemli bir yeri olan iki büyük ustanın yaşamını da oyun dağarcığımıza kazandıran bir yazardır Cücenoğlu. Bunlardan biri, güçlü ama uyumsuz kişiliğiyle, alkol ve hastane arasında gidip gelen, toplumsal eleştirisini siyasal taşlamaya dönüştürüp, bu sert eleştirilerini de, o eşsiz “ney üfleme” yeteneğinin mistik nameleriyle harmanlayan en büyük ney ve hiciv ustalarından Türk Diyojeni Neyzen Tevfik’in hayatını oyunlaştırdığı Neyzen (1998) adlı oyunlaştırması. Diğeri de, Cücenoğlu’nun deyişiyle; “ yazınımızdan erken kayan bir yıldız “ olan Sabahattin Ali’nin yaşam öyküsünü ve bir komployla öldürülmesini belgelerle, tanıklarla, mahkeme tutanaklarıyla anlattığı Sabahattin Ali’dir. (2002). Ayrıca, ironik bir yaklaşımla, “ Tiyatro yapmak için her yol denenmelidir! ” düşüncesinden yola çıkarak yazdığı “Tiyatrocular” ve İtalyan felsefeci Giovanni Papini’nin aynı adlı yapıtından oyunlaştırdığı, varlıklı bir adamın, insan için en önemli sayılabilecek gerçeklerin neler olduğunu araştırma serüvenini anlatan “GOG ” adlı oyunları da yayına hazırlanmaktadır.
Aynı zamanda ödüllerin de yazarıdır Cücenoğlu. Bugüne dek yazdığı hemen her oyunu ödüllendirilir onun. Tobav (2), Türk Kadınlar Birliği (1), Ankara Sanat Kurumu (2), Abdi Pekçi (1), İsmet Küntay (1), Avni Dilligil (2), Uluslar arası Tiyatro Enstitüsü (1), Kasaid (1), Lions (1), Kültür Bakanlığı (1) olmak üzere Türkiye’den 13, Yugoslavya (1) ve Hollanda (1) olmak üzere toplam 15 ödül kazanır. Çıkmaz Sokak, Kadıncıklar, Dosya, Helikopter, Boyacı, Ziyaretçi, Matruşka, Şapka, Kızılırmak ve Çığ gibi oyunları; Rusya, ABD, Almanya, Fransa, Yugoslavya, Avustralya, Makedonya, Gürcistan, Tataristan, Azerbaycan, Bulgaristan, Romanya, Polonya, İran ve Kıbrıs gibi ülkelerde sahnelenmiş ve sahnelenmektedir de.
Cücenoğlu’nun bir çok oyunu günümüz yazarlarının sıkça baş vurdukları bir oyun tarzı olan “Durum Oyunu” niteliği gösterir. Bir durum yaratma ustası olan Cücenoğlu, belli bir durumdan yola çıkarak bir toplum panoraması sunar aslında. Soyutlamanın simge, imge, metafor, gösterge, ironi, grotesk ve fantazi boyutlarını da kullanarak anlatmak istediği düşünceyi, kimi oyunlarında da traji-komik bir düzleme taşır.
Geleneksel Halk Tiyatromuzun da içeriğini oluşturan, bir durum oluşturarak toplumsal panorama çizme ve bunu da soyutlama estetiğiyle biçimleyerek yansıtma, durum oyunlarında da kullanılan bir yöntemdir. Çoğunlukla kalın çizgili tiplerle ya da oyun kişileriyle var olan ya da yaratılan bir durumu, nedenleriyle ve nasıllarıyla, yani tüm boyutlarıyla sergilemek, bu sergilemeyi, ya zamanı ve uzamı tarihsellik boyutundan soyutlayarak, ya da dondurulmuş-an’laştırılmış herhangi bir zaman ve uzam içinde yapmak veya dairesel bir yapı içinde, zaman ve uzamda sıçramalarla, durumu parçalara (episodlara) bölerek göstermek, anlatım yolu olarak ironi, grotesk, fantazi ve simgelerin sonsuz ve zengin ve olanaklarından yararlanarak, çoğu zaman trajik olanla komik olanı harmanlamak, yanılsama yaratma kaygısından daha çok, uzak açı sağlayarak, kimi zaman da tiyatrosallıktan yararlanma yoluyla, seyircinin, sergilenen durum karşısında tasavvur-imgelem yetisini düşünme-yorum yapma yolunda kullanmasını sağlamak diye özetlenebilir bu yöntem . Modern tiyatrodan politik tiyatroya dek toplumun, siyasal-ekonomik-toplumsal-psikolojik sorunlarını “yabancılaşma” bağlamında ele alan, pek çok farklı yönelişte, soyutlayarak bir toplumsal durumu yansıtmaya dayanan bu yaklaşım, tiyatromuzun özgünleşmesi yolunda çoğu yerli yazarlarımızın pek çok oyununda yeğlediği bir yol olur. Kimi zaman göstermeci tiyatronun anlatım olanakları, kimi zaman simgesel bir yaklaşım , kimi zaman da ironik, grotesk ve fantastik olan kullanılarak, tarihsel ve yerel olandan evrensel olana doğru bir kapı açılır böylece.
Bu bağlamda Tuncer Cücenoğlu da, yetmişli yıllardan bu yana ürettiği oyunlarla evrensele açılan bu kapıdan geçen bir yazarımız.. Kimi oyunlarında toplumsal değerleri, sorunları ironik ve çok katmanlı durumlarla sergileyerek bu sorunlar üzerinde seyircinin düşünmesini sağlar. Kimi oyunlarında da, yarattığı durumu, gerçek ve akış halindeki zamandan soyutlayarak, özelden genele giden bir açılımla, metafor ve simgelerle zenginleştirir. Dairesel yapı, geriye dönüşler, oyun içinde oyun, sarmal yapı, gevşek doku gibi farklı yapısal teknikleri ironik ve kimi zaman da yergisel güldürüye yedirerek oyunlarına evrensel ve kavramsal(soyut) bir derinlik kazandırır.
Helikopter, Çığ, Şapka ve Matruşka Cücenoğlu’nun sözü edilen nitelikte, soyutlamanın farklı boyutlarda yansıdığı derinlikli oyunlarından dördüdür. Politika-Bürokrasi-Medya Üçgeni, Tehlike-Baskı ve Suskun Toplum İlişkisi, Katılığın ve Hoşgörüsüzlüğün ironik boyutları, oyun-gerçek-oyun sarmalı içinde aşk ilişkileri gibi birbirinden çok farklı temaları işlemesine karşın, genellemesine değerlendirildiğinde, temayı oluşturan sorunların, gerek toplumumuzda, gerekse durağanlıkla-değişim arasında sancılar çeken pek çok toplumda ortak olduğu ve esas sorunun (Özgürlük, Demokrasi, Dayanışma ve Barışa Duyulan Özlem) alt kodlarını oluşturduğu görülür.

Helikopter ve Çığ
Politika Bezirganlığından Suskun Topluma
Helikopter, deprem bölgesine ulaşmak üzere apar topar yola çıkan, fakat yarı yolda zorunlu iniş yapmak zorunda kalan bir helikopterden kurtulan Denizcilik Bakanı, Müsteşar, Özel Kalem Müdürü, Bakan’ın Koruma Görevlisi, Televizyon Kameramanı ve bir bayan Muhabir arasındaki ilişkileri, çatışmaları, hesaplaşmaları, belli bir zaman diliminde, ironiden yergiye uzanan bir güldürü anlayışı içinde gösteren iki bölümlük bir durum oyunudur. Bu belirli zaman sürecinde –ki bu soyutlanmış zaman kurtarıcıları(!) bekleme sürecidir.- ilişkiler, korku ve panikle başlar, kurtulmanın verdiği rahatlamadan, giderek keskinleşen çatışmalara dek, yükselip alçalan bir grafik içinde boyut kazanır. Böylece bir tür bezirganlık haline gelmiş politika-medya-bürokrasi şeytan üçgeninin altında yatan çıkarlar, zaaflar, yolsuzluklar, hırslar, bencillikler birer birer gözler önüne serilir. Toplumumuzda adım başı karşımıza çıkan politik tezgahların altında yatan çıkar ilişkilerini, tam da bu mesleğin içindeki kişilerle resimlemek ve bu durum üzerinde seyircinin değerlendirme yapmasını sağlamak yolunda kişileştirmede de soyutlamaya gidilir. Bu kişiler bir adları dahi olmayan, olamayan, yalnızca statüleri ve meslekleriyle oyunda yer alan, (hayatta da yalnızca bu özellikleriyle var olabilen) kişilerdir. Bakan, Müdür, Müsteşar, Koruma, Kameraman, Muhabir gibi. Çünkü bu kişilerin karakter özellikleri değil, genel ve tipik özellikleri önemlidir. Aralarındaki ilişkinin, çatışmanın seyrini de bu genel ve tipik özellikleri belirler.
Helikopterin zorunlu iniş yapmasıyla bu kişiler günlük-rutin ilişkilerinden, işlevlerinden ve konumlarından çekilip alınır, bir dağ başında adeta tutsak edilir. Zaman da belirsizdir, uzam da. Beklerler...Ne kadar bekleyeceklerini bilmeden. Böylece zorunlu bir hesaplaşma başlar aralarında. Memet Baydur’un Kamyon oyununda da benzeri bir bekleyiş ve tutsak edilme durumu vardır. Sevda Şener, bu çalınan zaman, bekleme, zorunlu iniş ve hesaplaşma durumu üzerine, Baydur’un oyunlarını incelediği çalışmasında şunları söyler: “ Akan zaman içinden bir dilim çalınmıştır. Bu zamanın geçmediği bir soluklanma anıdır. Her şey bu zaman dışı dilimde olup biter...Geçmiş de, gelecek de aynı dilimde yer almıştır. Bunu daha iyi belirtmek için bir bekleme süresini seçer çoğunlukla...Bekleyen için zaman geçici bir süre durmaktadır. Kişi bu zaman dışına çıkma anında kendini bütün bağlarından kopmuş hissedebilir. Kendi ile çevresi ile özgürce hesaplaşabilir. Ayıpların, yasakların, kuralların baskısı kalkmıştır ” . Ayşegül Yüksel’in deyişiyle, Beckett’in Godot’yu Beklerken’iyle flört eden Kamyon’un beklemeyi oyun boyunca sürdüren kişilerinden farklı olarak Helikopter’de, oyun kişilerinin konumlarından kaynaklanan özellikleri nedeniyle bu bekleme süresi, ertesi gün, kurtarıcıların megafondan gelen sesleriyle kesilir. Ancak kurtarıcıların ne zaman geleceğinin bilinmemesi, helikopterin grubu görmeden uzaklaşması, hesaplaşmanın kıyasıya devam etmesini sağladığı gibi, oyunu gerilimini ve temposunu yüksek tutar.
Oyun helikopterin zorunlu iniş efektinin ardından, korku ve panik halinde Bakan, Müsteşar, Özel Kalem Müdürü, Bakan’ın Koruma Görevlisi, Tv.Kameramanı ve Muhabir’in bir an önce helikopterden uzaklaşma çabalarıyla başlar. Bu arada, helikopterin pilotu da kargaşa anında helikopterin içine düşer. Patlama korkusuyla gergin bir bekleyiş başlar. Beklemeyen bir kişi vardır: Hemencecik toparlanıp bu anı görüntülemek isteyen Kameraman. Ona göre, böylesine önemli kişilerin, panik ve endişe içinde yerlerde korkuyla beklemesi mutlaka görüntülenmesi ve de pazarlanması gereken bir görüntüdür. Hele işin içinde, herkesten önce deprem bölgesine yetişmeye çalışan bir Denizcilik Bakanı’nın beklenmedik bir şekilde dağ başına inişi varsa! Bakan, Kameraman’ın bu girişiminden memnun olmakla birlikte hafiften de sinirlenir bir yandan. Memnun olur; Çünkü bu görüntüler, deprem bölgesine bir an önce, hem de herkesten önce, can siperane ulaşmaya çalışan bir Bakan imajı verecektir. Sinirlenir; Çünkü koskoca bir Bakan’a yakışmayacak biçimde, korkuyla yatar pozisyonda alınan görüntüler o yiğit ve özverili Bakan imajını zedeleyecektir de aynı zamanda. Bir süre sonra bu gergin bekleyiş biter, patlama olmamıştır çünkü.
Oyunun başındaki, patlama tehlikesinden kaynaklanan gergin bekleyiş süreci, ilk anda, Bakan, Müsteşar, Özel Kalem Müdürü ve Koruma dörtlüsü, Cücenoğlu’nun deyişiyle “fırlama” Kameraman ile kadın Muhabir ikilisi arasındaki ilişki, yine bu ikiliyle, diğer dörtlü arasındaki olası ilişkilerin ve çatışmaların da ilk ip uçlarını da verir. Nitekim ilk tehlike atlatıldıktan sonra beklenen olası çatışmalar-hesaplaşmalar, inişlerle çıkışlarla gerçekleşir. Seyirci kurtuluş anına dek, bu oyun kişilerinin geçmişten ve yaşadıklarından kaynaklanan olumlu-olumsuz yönelişlerine tüm boyutlarıyla tanık olur. Bekleme süresinde, herkesin eşitlendiği bir ortamda, politika bezirganlığının biçimlediği tutumlar, bu tutumlardan kaynaklanan gerginlikler, bütün bunları piyasa koşulları çerçevesinde olabildiğince kullanan kirli ama devasa bir güç haline gelmiş medya ve politika arasındaki doğrudan ya da dolaylı ilişkiler, ironinin getirdiği alaycı gülümsemeden, kimi zaman abartı ve groteski de içine alan yerginin kahkaha boyutuna taşınır Helikopter’de.
Patlama sonrası tehlike geçip, ilk görüntüler de alındıktan sonra, örneğin şu diyalogta, Bakan’la Müsteşar’ın olaya yaklaşımındaki farklılık politikacıyla bürokrat arasındaki farkı ortaya koyarken, ironik güldürüyü de beraberinde getirir. Çünkü Bakan da herkes gibi çok korkmuştur aslında. Ama bu korkusunu tipik bir politikacı edasıyla, bir vecize döktürerek hafifletir:
“ (...)
BAKAN: Nasıl olduğunu hala anlamış değilim.
MÜSTEŞAR: Belliydi.
BAKAN: Nasıl belliydi yahu?
MÜSTEŞAR: İçime doğmuştu sanki....
BAKAN: Tevekkeli gitmeyelim diye tutturdun.
MÜSTEŞAR: Ben yarın ki toplantı nedeniyle gitmeyelim dedim.
BAKAN: Toplantı yapılır.
MÜSTEŞAR: Ama yurt dışından geliyor uzmanlar. Aylar öncesinden programlanmış bir toplantı, çok yanlış oldu. Ayıp.
BAKAN: Ayıp olacak bir şey yok. Deprem bu yahu. Yurdumuzun bir yöresinde deprem oluyor. Gelmemiz gerekiyordu.
MÜSTEŞAR: Bizim bakanlığımızla ne ilgisi var Sayın Bakanım?
BAKAN: Bu meseleyi sonra görüşelim.
MÜSTEŞAR: Olur Bakanım.
BAKAN: Biraz korkuttu bu olay bizi.
MUHABİR: Biraz değil Bakan bey. Çok.
BAKAN: (Sanki vecize söylermiş gibi) İnsanoğlu yiğitliği ve korkuyu içinde taşır.
MÜDÜR: (Sanki duyurmaya çalışır gibi) Ne güzel bir özdeyiş.
BAKAN: Madem ki insanız korkacağız.
MÜDÜR: Ama yazmak için kalemim bile yok.
(...) “ 
Müdür dalkavukluk yarışının en önde gidenidir. Çünkü bürokraside işler böyle yürümektedir. “Gelene Ağam Gidene Paşam” la. Pilotun aralarında olmadığını fark ettiklerinde Bakan’ın tutumu yine piyasa işi, imaj tazeleyici niteliktedir. Sözde korkmadan, helikoptere pilotu bulmaya gider en önde. Bu fırsatı kaçırmamalıdır sayın Bakan! Şov devam etmelidir:
“(...)
MÜDÜR: Hayır Bakanım.
BAKAN: Ne diyorsun sen yahu?
MÜDÜR: Sizi göndermeyiz yukarıya. O helikopter giremezsiniz. Bu ülkenin size gereksinimi var.
BAKAN: Ne saçmalıyorsun yahu? Ne ilgisi var şimdi?
MÜDÜR: Hayır hayır...Ya patlarsa?
BAKAN: Saçmalama.
MÜDÜR: Biz bakanımızı seviyoruz.
BAKAN: Yolumu kesme:
MÜDÜR: Ben giderim Bakanım. Canım sizin yolunuza...
(Bakan Özel Kalem Müdürü’nü yana çekiyor, sessizce)
BAKAN: Tehlike kalmadı. Bir şey yapmak istiyorsan şu fırlamnın çekim yapmasını sağla. Anlaşıldı mı?
MÜDÜR: Anladım Bakanım.
BAKAN: (Diğerlerinin duyacağı şekilde) Alın yazımızda ölmek varsa ölürüz gerekirse. Çekil önümden. O adamı orada yalnız bırakamam.
(...) “

Rol kesmenin böylesi ve bu boyutta duyarsızlık örnekleri oyun boyunca gösterilerek, var olan çirkin politikanın ve getirdiği zorunlu ilişkilerinin de iç yüzü ve bunun insani duyarlıkla uyuşmazlıkları sergilenir. Tüm insani ilişkilere utanmazca sızmış olan “riyakarlık”ın işleri götürmede başat ve doğal bir tutum haline gelmesi de Özel Kalem Müdürü’yle verilir. Bakan uzaklaşır uzaklaşmaz Kameraman’a yakınır Müdür. Dalkavukluk ve yakınma arasındaki karşıtlık ironik güldürüyü de sağlar.
“ (...)
MÜDÜR: (Müsteşar’ın hoşuna gideceğini bildiğinden) Nedir bu adamdan çektiğimiz? Kan kusturuyor bize kan!
MUHABİR: Neden yanındasınız öyleyse?
MÜDÜR: Çaremiz yok ki. Emeklilik falan derken beklemek zorundayız.
KAMERAMAN: Senin gibi bir yağdanlık görmedim. Dersem abartmış olmam sayın müdürüm. Buna bir açıklama yok mu?
MÜDÜR: Açıklaması rahat etmek. Bu benim ikinci bakanım. Oldukça deneyimliyimdir bu konuda.
(Önde Bakan, arkada Koruma iniyorlar helikopterden)
BAKAN: (Üzgün bir çehreyle) Size çok kötü bir haber. Kaybettik pilotu.
MÜDÜR: (İyice saf oynuyor) Arayalım Sayın Bakanım..
(...) “

Karagözümsü bir şekilde saflık maskesini geçiriverir yüzüne. Sözde saflığı o boyuta vardırır ki, ters anlama ve mecazla dil güldürüsü de açığa çıkar.
Bekleme süresi ilerledikçe sinirler gerilirken, Bakan’ın politikacı kimliğiyle, Kameraman’ın gerçekçiliği ve Müsteşar’ın endişesi arasındaki çatışma da keskinleşir:
“ (...)
BAKAN: Bunlar bilinen şeyler. Karamsar bir tablo çizmek kimin işine yarar?
KAMERAMAN: Karamsar değil gerçekçi bir tablo çiziyorum Sayın Bakan. Helikopterle gitme şansımız yok. Bizden sinyal gitmediğine göre yerimizi saptamaları da olanaksız. Öyle değil mi?
MÜSTEŞAR: Korkarım ölümüzü bulacaklar sonunda.
MÜDÜR: Ya bir hafta kalırsak, olacağı o.
BAKAN: (Haykırı) Ne diyorsun sen yahu?
MÜSTEŞAR: Endişelerimi Sayın Bakan. Endi...
BAKAN: Kes be!...İnadıma konuşuyorsun günlerdir! Sinirleneceğimi bile bile konuşuyorsun!
KAMERAMAN: (Ortalığı yatıştırmak için) Moraller bozuk bakanım.
BAKAN: Hayır hayır. Bilmediğiniz durumlar var. Kes dedim!
MÜSTEŞAR: Çocuk gibi azarlayamazsanız beni!...
BAKAN: Kes dedim! Kes!
(...) “

Tartışma, gerginlik yerini umarsızlığın verdiği dinginliğe bırakır bir süre sonra. Ateş yakılır. Kadın Muhabir yaralanmıştır. Kameraman arkadaşı tarafından yarası temizlenir. Kameraman’ın, gazetecilikten gelen gerçekçiliğinden ve ataklığından kaynaklanan öncülüğüyle, Bakan’ın itirazına karşın, sular paylaştırılır. Yaralı Muhabir helikoptere taşınır. Kameraman’ın helikopterden bulduğu viski ve kuruyemişle sohbet faslı başlayacaktır. Ancak Bakan’ın çişi gelir. Koruma eşliğinde çişe giden Bakan beklenir. Döndüğünde kadehler kaldırılır ve birlikte bir durum değerlendirilmesi yapılır. Kameraman’ın, Bakan’ı rahatsız etmesine karşın ses çıkartamadığı, bol dokundurmalı şakaları eşliğinde. Bu arada Bakan yine bir röportaj numarası tezgahlar. Bu işi ayarlaması için Özel Kalem Müdürü’nü görevlendirir. Kameraman Bakan’ın tezgahını anlar ama, onun da işine gelir böyle bir röportaj. Bakan’ın dilediği gibi şov yapmasına olanak sağlayan bir çekim yapar. Bakan öncelikle pilot için ne kadar üzüldüklerini, muhteşem bir aktörlük gösterisiyle belirtir. Bakan’ın oldukça abartılı şovu ironiden yergiye uzanan bir güldürüyü de açığa çıkarır:

“ (...)
BAKAN: O arada helikopterin yedek pilotunun gelmesini bekleniyordu. Oysa bir an evvel yurttaşlarımıza ulaşmamız gerekiyordu. Tanrı bilir kaç kişi ölmüş, kaç kişi yaralanmıştı. Acaba yıkılan yapıların altında kaç kişi inliyordu. Hemen karar vermem gerekiyordu. Çünkü başbakanımız yurt dışındaydı. Hükümet üyelerimiz ise Başkentte. Öbür Bakanların gelmesi epey zaman alabilirdi. Oysa toprak altında insanlar inliyordu. Hemen, yedek pilotu bile beklemeden hareket ettirdim helikopteri. Hayatımızı bile hiçe sayarak verdim bu kararı. İşte buraya kadar her şey yolunda gitti. Ama birden pilotumuzun telaşlandığını, inmeye çalıştığını ve de zorunlu bir iniş yaptığını gördüm. (Yeniden acıklı bir görünüme bürünüyor.) Sanıyorum bir kalp krizi geçiriyordu. (Şaşılacak şey Bakan ağlıyor.) İnişet sonra...helikopterin kapısını açtı ve... bizi... tek tek çıkarttı dışarıya. ‘Patlayabilir’ diyordu yalnızca. (Artık gözyaşları sel gibi akıyor neredeyse.) bizi kurtardı... Sonra. (Artık şaşılacak bir şey kalmadı, çünkü Bakan hem ağlıyor hem de dövünüyor.) Kendisi de sonsuz yaşamına ulaştı, sonsuz dinlenceye kavuştu
KAMERAMAN: Sayın izleyiciler. Sayın Bakanımızı daha fazla üzmeyelim. Çünkü gerçekten üzgünler. İşin kötü yanı bu dağın başında her türlü haberleşme olanağından yoksun kurtarılmayı bekliyoruz... Saat yirmi bir... Ben Zamazingo. KTL. Bir. Himalaya- Everest.... (Çekimi durduruyor.
BAKAN: Nasıldım?
(...) “ 12

Cücenoğlu, Bakan’ın oyunbazlığını son derece net gösterirken, ironik gülümsemeyi de yerginin kahkahasına kaydırır. Abartının altından görünen, ne yazık ki artık tipik Türkiye politikacısı ve medya-imaj-politika ilişkisidir. Kameraman da işi bilmekte, söyleşiyi hem kendi, hem de Bakan’ın istediği gibi yönlendirmekte, var olan medya piyasası için en çok reyting getirecek röportajı yapmaktadır. Kameraman hızını alamaz, hiyerarşik silsileyi izleyerek, diğerlerinin de görüşünü alır. Kameraman’ın, Bakan’ın tepkisi üzerine söylediği şu tümceler adeta yazarın dilinden dökülüveren ironik bir eleştiridir. “ Sayın Bakanım, biz kameranın arkasındakiler, anlarız bir çok şeyi. Kimin eksiksiz, kimin üçkağıtçı, kimin dürüst, kimin sahtekar... Kimin korkak, kimin yiğit olduğunu görürü görmez anlarız. Çünkü biz yerleştiriyoruz onları karelerin içine “.13
Tam da bu sırada bir helikopter gürültüsü duyulur, Sevinç, umut, ardından hayal kırıklığı. Çünkü helikopter onları görmeden geçip gitmiştir. Birinci Bölüm umutların boşa çıkmasıyla biter.
Aynı günün gecesiyle başlar İkinci Bölüm. Bakan, bu arada istifa dilekçesini hazırlayan Müsteşar, Özel Kalem Müdürü ve Koruma, helikoptere uyumaya gider. Kameraman ve kadın Muhabir dertleşirler. Özel yaşamlarını konuşurlar dostça. Kadın Muhabir, Cücenoğlu’nun bir sonraki oyunu Matruşka’daki kadın kahramanın ilk sahneye çıkışıdır adeta. Beş yıl süren ve kendinden yaşça çok büyük olan evli bir adamla ilişkisini bitirmiştir. Çünkü adam ihanet etmiştir. Kameraman’ın tesellisi ve ardından Müsteşar, Müdür’ün gelmesiyle tekrar bu uzamdan kurtulma çabası başlar. Bakan ve Koruma da katılır topluluğa. Müsteşar ile Bakan’ın çatışması yeniden alevlenir. Özel Kalem Müdürü aracılığıyla istifasını iletir Müsteşar. Bakan’la Müsteşar arasında ciddi bir hesaplaşma başlar. Etektekiler bütün bütün dökülür. İşler Koruma’nın Kameraman’a silah çekmesine kadar varır. Bir kez daha helikopter gürültüsü duyulur. Topluluğun yönelişi değişir yine umutla. Bir hayal kırıklığı daha yaşanır ardından. Bir helikopter gürültüsü daha. Bu kez kurtarma operasyonu için gelmiştir helikopter. Yaklaşır topluluğa doğru. Ancak şimdilik bir kişiyi alabilecektir. Helikopterden bir ip merdiven atılır. Önce Bakan koşar. Kameraman dayanamaz artık, duruma el koymaya çalışır. Bakan ip merdiveni yakalar. Beklenmedik bir biçimde kadın Muhabir’i gönderir. Herkes şaşkındır. Şaşırmaya gerek yoktur aslında. Bakan’ın yeni bir şov’udur bu. Çünkü geride kalanlar nasılsa kurtulacaklardır. Eh! Bu kadar şov da yapılabilir artık. Nitekim öyle de yapar. Muhabir ip merdiveni çıkarken o da kameraya poz verir. Şov devam etmelidir çünkü! Her koşulda!
Uzakları yakın kılan bir teknoloji harikası olan helikopter bu oyunda, kirli politikayı ve medyayı temsil eden Bakan, Özel Kalem Müdürü, Müsteşar, Koruma, Kameraman ve Muhabir’in tüm ilişkilerini, hangi yalan zemin üzerinde sürdürdüklerini göstermeye, soyutlanmış bir zaman ve uzamda, bu kişilerin ve içinde bulundukları düzenin yeniden değerlendirilmesine vesile olan bir araca dönüşür. Askıya alınmış bir zaman içinde, politika, bürokrasi ve medya temsilcileriyle ve onların hesaplaşmalarıyla yozlaştırılmış bir düzen ortaya konur aslında. Pastadan pay kapmak için, her yolun mübah görüldüğü pragmatist ve makyavelist bir düzen anlayışı.
Kurtarma helikopteri geldiğinde çember kapanır ve dairesel yapı tamamlanır. Askıya alınmış zaman yeniden akışa bırakılır. Bu arada yozlaşmanın doruklarında yaşayan politik ortam da, tüm boyutlarıyla, eleştirel bir yaklaşımla sergilenmiştir. Böylece umudunu, ironin ardından imler Cücenoğlu Helikopter’de. Beklenen; böylesi “oyunbaz” ve “pastadan pay kapmaya” çalışan kimliklere toplumun prim vermemesidir. Gerçekleşen ise; ne yazık ki, bu tür kişilerin politik arenada at koşturmasıdır. Topluca umut edilene gelince; o da kişisel çıkarların ve pay kapmanın düşünülmediği, uygar, çağdaş ve kuşkusuz “ temiz ” bireylerle, bu ülkeyi ileriye taşımak için “ namuslu ve onurlu ” bir yol seçilmesidir.
Cücenoğlu’nun, çığ tehlikesini bir metafora dönüştürerek, toplumsal, ekonomik,siyasal ya da töresel baskı karşısında, adeta “ üç maymun ” a dönmüş suskun bir topluluğu anlattığı bir başka durum oyunu da “ Çığ ” dır. Yine gerçek zaman ve uzamdan soyutlanarak, bilinmedik bir zamanda, bilinmedik bir uzamda, geçmişi ve geleceği olmayan suskun bir toplum sergilenir. Çığ tehlikesi karşısında artık yerleşmiş ve töresel bir nitelik kazanmış bu suskunluk, yine aynı toplumun içinden gelen bir baş kaldırıyla sonlanır.
Çığ simgesel anlatımıyla, gizemli ve büyüsel atmosferiyle, zengin bir boyutta gelişirken, baskı-tehlike ve korku-suskun toplum ilişkisiyle ironik bir anlam da kazanır. Cücenoğlu “ Çığ ” ın oluşum sürecini, Yusuf Kurçenli’nin anlattığı bir anısına dayandırıyor: “ Bir gün değerli yönetmen dostum Yusuf Kurçenli ile söyleşiyorduk. İlginç bir durum anlattı bana... ‘Doğu Anadolu’ da, çevresi dağlarla çevrili bir yerleşim biriminde yaşayan insanlar, kesinlikle yüksek sesle konuşamazlar, kahkaha atamazlar, kısacası gürültü yapamazlarmış...Çünkü yapılan gürültü patırtı çığ düşmesine neden olurmuş. İşin ilginç yanı çığ tehlikesinin, yılın dokuz ayında söz konusu olmasıymış. Bu insanlar yılın yalnızca üç ayında bağırabilirler, silah atabilirler ya da çocuklarını doğurabilirlermiş...” .
Bu çarpıcı durumdan çok etkilendiğini söyleyen Cücenoğlu, bunu mutlaka bir oyuna dönüştürme zorunluğu duyumsadığını ifade eder. Böylece “ çığ ” ı bir metafora dönüştürerek ve “Erken Doğum” gibi bir dramatik olayla değişmenin zorunluluğunu getirip, bu görevi ve sorumluluğu da, topluluğun genç üyelerine yükleyerek, çığ tehlikesini yöreselden evrensele taşır. Oyunu şekillendiren ana tümceyi de; “Yalnızca bir doğa olayı değildir çığ... Belki de biz yarattık bu korkuyu beyinlerimizde...” diye özetler. Şimdilerde Bursa Devlet Tiyatrosu’nda ikinci sezonuna başlayan “ Çığ “ hakkında oyunun yönetmeni Ayşe Emel Mesçi şu yorumu yapıyor: “ Tuncer Cücenoğlu'’un ‘ Çığ ‘ adlı oyununu okurken kafamda ardı ardına birçok soru büyüyor, deyim yerindeyse sorunlar eklemlene eklemlene bilincimde çığ oluyor. Oyunun gerçek bir olaydan hareket eden çok sade ve metaforik bir yapısı var. Mekan bir dağ köyü. İnsanlar kış aylarını hiç gürültü etmeden, sesten yalıtılmış bir ortamda geçirmek zorunda, çünkü bir tüfek patlaması, bir nara veya yeni doğmuş bir bebek çığlığı kendilerini kuşatan dağların tepelerine çığ olarak dönebilir. Bu tehlikenin yarattığı korku köydeki tüm yaşama, insanların derilerinin gözeneklerine dek sinmiş...” .
Çığ tehlikesi ne kadar doğal bir olaysa, erken doğum da o kadar doğal bir olaydır. Topluluğun büyüklerinin direktifleri doğrultusunda birleşen iki gencin, hesapta olmayan bir şekilde, erken doğumla gelen bebeğiyle birlikte olan olur! Belki yüz, belki bin yıllık yalnızlığında suskunluğun dayanılmaz ağırlığını yaşayan ve geçmişte benzeri olayları, Yargıcılar Kurulu’nun kararıyla, son derece insana yaraşmaz bir yolla, gebe kadını tabuta koyup diri diri gömerek çözen bu toplum bu yeni sorunu çözemez. Çünkü ilk kez bir Genç Adam direnir ve baktı ki olmaz doğrultu verir silahını! İlk kez böyle bir tepkiyle karşılaşan topluluk şaşkına döner. Endişe ve panikle birlikte yaşanan şaşkınlığı yaşar:
“ (...)
GENÇ ERKEK: (Tüfeği havaya doğrultur) Durun bakalım! (Bir an herkes durur... Tam bir şaşkınlıktır yaşanan)
BAŞKAN: Ne yapmak istiyorsun evladım?
KADIN ÜYE: Bu ne demek?
ERKEK ÜYE: Ne yapıyor bu?
GENÇ ETKEK: Tetiği çektirmeyin bana!
BAŞKAN: Olur mu böyle şey?
KADIN ÜYE: Tetiği çekersen tüfek patlamaz mı?
ERKEK ÜYE: Tüfek patladığında... Aman Tanrım!
BAŞKAN: Ama... Ama hepimiz ölürüz!
GENÇ ERKEK: Evet... Ölürüz! Ya karım yaşayacak ya da hep birlikte gebereceğiz!
(...) “

Doğum gerçekleşecektir. Çığ tehlikesine karşın gerçekleşecektir. Topluluğun üyelerinin korku dolu, şaşkın ve umarsız bakışları altında doğum gerçekleşir. Bebek doğar ve doğal olarak çığlık atar. Bekler herkes “ Çığ “ ı suspus olmuş! Ama çığ düşmez. Düşemez! Düşmeyecektir de! Çünkü ilk kez bir ademoğlu “ Hayır ” demiştir çığ’a . Hayır! Çünkü doğum da doğal, doğal olduğu kadar insanidir de. Üstüne üstlük ardından “ sevinç “ gelir. Yıllardır, çığ tehlikesinin geçtiği zamanı bekleyen ve o zamana dek temizlenip parlatılan tüfekler zamanından önce ateşlenir. Hem de doğumun hemen ardından ateşlenir, sevinç naralarına karışan coşkuyla. Yine çığ düşmez. Düşemez! Artık tehlike geçmiştir. Suskun toplum çığ tehlikesini def etmiş ve bu beklenmedik doğumla artık konuşmaya, dahası haykırmaya başlamıştır.
Camus’nün “ Sıkıyönetim” indeki Diego, nasıl aşkını dahi feda ederek Veba’ya dur deyip, Kadiz’de yeni bir dönem başlamasına neden olmuşsa, bu oyunda da Genç Erkek çığ’a dur demiştir. Böylece yeni bir yol aralanmıştır ışığa, aydınlığa doğru. Bundan böyle artık susulmayacaktır herhalde. Bir kişi dahi “Hayır!” dese, arkası gelir çünkü. Bu yanıyla, yani bireysel başkaldırı açısından, “Varoluşçuluk” un çılgın sularında kulaç atan bir oyundur Çığ. Aynı zamanda bir toplumun trajik ikilemini de ortaya koyarak tragedya boyutuna da ulaşmakta. Bir yanda çığ tehlikesi, öte yanda son derece insani olan konuşma isteği. Daha da indirgendiğinde Töresel Olan ve İnsani Olan’ın yan yanalığı. Bu ikilemin vicdani rahatsızlığını duyumsayan ve bu yüzden esrikleşen Yaşlı Adam’ın dışında zorunlu olarak bu ikilemi bilse dahi, susmayı sürdürerek yaşar herkes. Topluluk insani olanı ancak Yaşlı Adam’ın tek torunu olan Genç Erkek sayesinde tanır ve seçer. Sonrasında, böylesine suskun toplumlarda, bir kişinin dahi “ hayır “ demesiyle bir çok şeyin değişebileceğini imleyen umuda doğru yol alır oyun.
Çığ oyunda, toplumun ve bireylerinin tehlike olarak gördükleri bir baskı aygıtı olarak simgelenmiş. Öylesine bir baskı aygıtıdır ki çığ, dayatılan kurallar dizgesinin dışına biraz çıkıldığında insanları yok eden devasa bir güce dönüşmektedir. Bu noktada evet; “ yalnızca bir doğa olayı değil “ denilebilir çığ için. Düşünme yetisini kötürüm eden, körelten bir korkudur çığ. Cücenoğlu’nun soyutlamasıyla baskının simgesel yansımasıdır. “ Yazar oyunda toplumsal suskunluğun yarattığı acıyı, sustukça sıranın herkese geleceği gerçeğini baskıcı bir ortamda vermiştir. Bu ortamda özgürlüğün denetim altında tutulması, düşünmenin önemsenmeyişi, faili meçhul ölümler (ağabeyin ölümündeki kuşku) insani duyguların sürekli bastırılmasını ele alır. Özel yaşamın dahi denetim altına altında oluşu (cinsel hayatın bile) törelerin, yörenin yaşam tarzını getirdiği yoğun baskı, insanoğlunun biriken enerjisinin boşalmayıp ruh sağlığının etkilenmesine neden olmaktadır. Yazar bu nedenle oyunun belli bir yerde ya da ülkede geçmesi yerine, baskının olduğu herhangi bir yeri ele alarak evrenselliği yakalama çabasındadır. Oyunda ayrıca kendi toprağına duyulan sevgi ile daha iyi bir yaşam özlemi karşıtlanır ” 
Öylesine gizemli ve tuhaf bir topraktır ki burası, yaşayanlar, gençken, elleri iş tutarken göç ederler başka diyarlara. Ölüme yaklaştıklarında geri dönerler bu ölü toprağına. Yaşlı Kadın’ın ağzından şöyle söze dökülür bu tuhaf gerçek:
“ (...)
YAŞLI KADIN: (Oğluna) Sen doğdun...İlk kar düştüğünde bırakıp gittik buraları... Gittiğimiz yerde uzun süre gene böyle sessizdik. Kaldığımız yer buradan göç edenlerin oluşturduğu bir göçmen mahallesiydi... Orada alışkanlıklar aynen sürüyordu. Yani biz göçmenler sessiz ve ürkektik... Yerliler bizi çok seviyordu... Bütün işlerde bi,zim çalışmamızı istiyorlardı... Çünkü hiç hayır demiyor, tepki vermiyorduk. (...) En ağır işlerde çalışanlar bizlerdik! Yerliler bizden çok farklıydılar. Gürültücü ve kavgacıydılar... Ağız dolusu gülebiliyorlardı.
(...) “ 
Kardeşinin, denetleyemediği enerjisini boşaltmak için nara atma isteği karşısında, Yargıcılar Kurulu’nun kararıyla diri diri öldürülmesine sesini çıkartamayan, acısından ve kahrından bunalıma girerek esrikleşen Yaşlı Adam da bu süreci şöyle anlatır:
“ (...)
YAŞLI ADAM: Gençler hep gitti. Bir daha dönmediler. Ama biz ne yaptık geri döndük. Bütün kış çalışıp edindiğimiz unumuzla, şeker ve tuzumuzla arpa ve buğdayımızla geri döndük... Kışın bunca insan yesin diye. Her yıl biraz daha suskun olmayı öğrettik size ve geri döndük. Artık hep buradayız. “ 
Bir kısır döngüdür Yaşlı Adam’ın anlattığı. Göçülür, çalışılır, dönülür. Ne zaman? Çığın eridiği üç aylarda. Cücenoğlu bu noktada aynı zamanda çok boyutlu bir “göç” olgusuyla birlikte, -toprak-yurt özlemini de imler. Kuşkusuz çıkış noktası Anadolu coğrafyasıdır. Ama göçü de soyutlayarak “göçmenlik”, “ötekilik” kavramına da dokundurarak farklı boyutlarda da düşünülmesini sağlar. Nasıl bir göçmenliktir bu? Köyden kente göç mü? Çalışmak üzere bir başka ülkeye göç mü? Somutlarsak, Türkiye’den Almanya’ya mı? Taşradan büyük kentlere göç mü? Daha da uç noktada siyasal nedenli göç mü? Bütün bu sorular oyunun evrensel boyutunu da getirmektedir.
Çığ’da da soyutlamanın anlatım yollarından pek çoğunu kullanmış Cücenoğlu. Çığ simgesel olduğu gibi grotesk bir nitelik de taşımaktadır. Baskıdan-tehlikeden bu boyutta -yıllardır, yılda dokuz ay fısıltıyla konuşacak kadar- korkulması, korkunun insanları, en yakınlarını dahi diri diri gömebilecek noktaya taşıması ürpertici ve şaşırtıcıdır. Aynı zamanda da ironiktir de. Çığ tehlikesinin yarattığı bu boyutta korku beklenen ya da umulan bir tutum değildir. Ancak gerçek budur. Beklenen bu toplumun bir biçimde “ Hayır! ” demesi gerektiğidir. İşte beklenen “ susmamak “ la, gerçekleşen “ susmak “ arasındaki aykırılık da insanın yüreğini sızlatan, acı bir gülümsemeyi beraberinde getirir ve çok tanıdık-bildik şu sloganı anımsatır: “ Susma, sustukça sıra sana gelecek! ” Bu yüzden, bebeğini her şeye karşın doğuran Genç Kadın’ı ve tüm topluluğu tehdit edip karşısına alarak, bu yeni ve güzel olayı yaratan Genç Erkek’i, başkaldırısı bireysel de olsa alkışlarız.
Çığ oyununda zaman ve uzam da soyutlanmıştır. Konuşmalar dahi fısıltıyla gerçekleşir. Tehlikenin ve korkunun boyutu anlatılır böylece. Hülya Nutku’nun deyişiyle; “ Sahneye Sessizliğin Sesi Egemendir “ . Oyunda başka simgesel öğeler de var. Bunlardan biri, çığın erime zamanı yapılan şenliğe-ritüele hazırlanan ve sürekli temizlenen silahlar. Silah bir güçtür ve ateşlenmesi demek “ses-tehlike “ demektir. Bu güç töresel olarak ancak tehlike geçtiğinde kullanılır. Öncesinde ateşlemek isteyen, silahı kullanamadan yok edilir, hem de diri diri gömülerek. Diğer bir simgesel öğe de suyun biriktiği yalak’tır. Yalak yaşamı simgelediği gibi ölümü de simgeler.
Başkaldırının ardından gelen şenlik atmosferi ise, doğanın bir parçası olan insanın, özgürleşmesini kutsadığı ritüelistik bir motiftir. Çığ’da kişileştirmede de soyutlamaya gidilir. Kişiler kendi içlerinde şöyle gruplandırılabilir: 1. Susarak çığ tehlikesinin ya da baskının sürmesine bir biçimde katkıda bulunanlar (Yaşlı Kadın, Kadın, Adam). 2. Sesini yükseltmek isteyenleri, insanların ölümüne sebebiyet vermekten yargılayanlar (Başkan, Kadın Üye, Erkek Üye). 3. Yargılayıcı Kurulu’na doğrudan hizmet edenler (Ebe ve Kolcular). 4. Başkaldıranlar (Genç Erkek ve dolaylı olarak Genç Kadın. Erkeğin başkaldırısı daha bilinçlidir. Kadının ki ise, yine bir doğa olayından kaynaklanan gebeliğin zorunlu bir sonucudur. 5. Vicdani Rahatsızlık Duyanlar (Yıllardır sustuğu için duyduğu rahatsızlıktan ötürü esrikleşmiş Yaşlı Adam).
Bebeğin doğuşundan sonra, yıllardır içinde biriktirdiği tepkisi adeta bir çığlığa dönüşür finalde Yaşlı Adam’ın. Ardından da tüfeği ateşler. Umutlu bir geleceğin muştusudur bu çığlık. Başka bir deyişle Cücenoğlu’nun umudunun. Bu nedenle, “ belki de biz yarattık bu korkuyu beyinlerimizde “ diyerek çığ korkusunun kaynağını yine insana, topluma bağlar yazar. O halde korkunun beyinlerden silinmesiyle çığ tehlikesi de ortadan kalkacak, yeni doğmuş bir bebeğin büyümeye başlaması gibi, korkunun, baskının yerine, insanca değerlerin geçerli olduğu özgürlükçü ve barışçıl bir toplum da kurulacaktır.


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum